2600 yıl önce Ezop hayvanlar üzerinden anlattığı masallar ile insanlara sevimsiz krallarından kurtulmanın yolunu göstermiştir. Edebi bir çığır açan Ezop’u takip edenler arasında garp ve şark klasikleri içinde yer alanları hepimiz biliyoruz. Bunlardan biri de Azerbaycan Türk’ünün sembol isimlerinden Resul Rıza’dır. Resul Rıza Çınar ağacı üzerinden ülküsünü milletine anlatmıştır.

Resul Rıza’nın Çınar isimli şiiri bu soylu ağaca karşı derin bir sevgi beslememe vesile oldu. Dahası bir millete benzetilen şiirdeki temanın Türk tarihinin inişli çıkışlı fırtınalı boranlı karlı çalkantılı yoluna karşılık nasıl ayakta kalabildiğini anlatıyordu. Çınarı kimsenin yıkamayacağını çünkü kökleri ile toprağa bağlı olduğunu dört bir etrafının evlatlarıyla dolduğunu ifade ediyordu. Mağrur oluşu yıkılmayışı yıkılamayacağını buna bağlaması millî şuurun ve heyecanın bir tezahürüdür. Bu sebepten şiir ulu bir çınar gibi halen klasik şiirlerimiz arasındadır. 1970 li yıllarda Resul Rıza’nın çınar şiirini okuduğumu hatırlıyorum. Bizim neslimizin kültür pınarı mavi kapaklı Türk Kültürü Araştırma Enstitüsünün neşriyatı Türk Kültürü Dergisi’nde okumuş ve çok duygulanmıştım. Sonradan bu şiiri çoğaltarak öğrencilerime ve çevreme dağıtmıştım.

İtiraf ediyorum ki Resul Rıza’nın şiirini okudukça hala derin düşünce ve duygulara kapılırım.  Anadolu’da Harput’ta Bursa’da İstanbul’da böyle ulu çınarlar vardır.  Bursa’da 1970’li yıllardaki Dua çınarı semtindeki çınarı çok iyi hatırlıyorum. Kocaman dalları yerlere kadar eğilmişti. Dallarının yerde oluşu mağrurluğunu arttırmıştı. Ona baktıkça maziyi hatırlamaktan kendimi alamıyordum. Yanından geçerken içimden bu ağaca karşı hep dua okurdum. Hem ağacı dikene hem de kocaman çınara okumak beni rahatlatırdı. Şimdi bile nerede bir çınar görsem aynı ritüeli tekrar ederim. Dua çınarı çınarının yerinde şimdi siyah asfalt almış bulunuyor. Uludağ yolu üzerindeki çınar neyse ki halen duruyor. Yalvaç çınarı bende başka duyguların uyanmasına vesile oldu. Dostumun çınar ve etrafındaki daha doğrusu gölgesindeki hayatı anlatması merakıma mucip olmuştu. İçimde bir gün bu çınarı ziyaret etme arzusu gittikçe artıyordu. Şimdi önümde bir fırsat duruyordu. Resul Rıza gibi çınar ile içimde hasbihal yapmaya başlayarak yoluma devam ettim.

Yalvaç’ta göreceğim çınar heyecanı bende yolun dolambaçlı uzun ve tenha olması hiç sıkmadı. Dahası uzun zamandan beri böyle tenha yollardan geçmemiştim. Arada görülen kamyon ve otomobillerin yanı sıra traktör ve benzeri araçlar yolların civarında canlı bir hayatın varlığını işaret ediyordu. Son zamanlarda ortadan kaldırmak için büyük bir çaba harcadığımız köylerimizin varlığı bana ümit bile verdi. Tek tük derme çatma kulübeler içinde ürettiği çileği bu ıssız yollarda satmaya çalışanlar hayatın ta kendisi gibiydiler. Hiç ümitsiz değildiler. Saatlerden beri satabildiği birkaç çilek kasası ile şükretmesi kıskanılacak gibiydi.

Bir müddet sonra Yalvaç yolunun asıl yoldan ayrılacağını tabeladan gördüm. Nasıl olsa yakındır diyerek tereddüt etmedim. Tek şeritli yoldan bir hayli yol aldıktan sonra çınar ile hasbıhal etmek gayesi güttüğümden sabırla yola devam ederken aklıma Yalvaç’ı bilen dostumu aramak geldi. Telefonda çay paramın olmadığını bana bir çay ısmarlayacak bir tanıdığının olup olmadığını sormamla telefonu kapattı. Bir dakika bile geçmeden beni arayan kayıtsız bir numaraya cevap verdiğimde “burada paranızın olup olmaması önemli değil. Çınar altına oturduğunuz sandalyede kahve de çay da içseniz misafirseniz sizden ücret almazlar” sözlerine devamla “Anadolu’daki en eski yerleşim yerlerinden olan Yalvaç süzme katıksız Türk boylarının bütün geleneklerini hala yaşadıklarını gözlerinizle göreceksiniz” deyince baltayı taşa vurduğumu anladım. Yabancılaşmanın olmadığı Anadolu toprağı hala var mıdır?

Bendeki heyecan hali artmaya başladı Çınar nasıl bir çınardı ve altında ondan fazla kahvede insanlar nasıl bir içtima içindeydiler. Yaklaştıkça merak ve heyecan birbirine karışmaya başladı. Çınarın altındayım. Heybetinden korku yerine ne olduğumu bilemediğim bir hale düştüm. Altındakilerin derin sohbetlerini neredeyse tamamını duyuyordum ya da bana öyle geldi. Roman ve hikâye avcılarının bütün bir Türk tarihinin macerasının anlatıldığı bu koca ve kocaman çınarın altına gelip yazdıkları mutlaka vardır. Kurtuluş yıllarını anlatan asker ve sevkiyat deposu Yalvaç çınarı nelere şahit olmuş kim bilir? Çınarın haşmetine dalıp derin düşünceler içinde iken, dostumun dostu Ali Yüncü beni Çınar’ın altındaki çeşmenin başında buldu. 40 yıllık dost gibi birbirimize sarıldık. Dostun dostu olmak duygusunu bir defa daha yaşadım.

Çınar altındaki kahvelerden birine oturduk. Sade kahve mi zenne mi istersin? Anlamadığımı anlayınca açıklama yaparak zennenin şekerli kahve olduğunu ifade etti. Konu hemen Yalvaç oldu. Nasıl oldu da burada bozulmayan Anadolu var? Sadece Anadolu değil bütün bir Türk dünyası hissine kendiniz kaptırmaktan alamazsınız. Türk olmayan barınamaz. Yesevi’nin ocağından yola çıkanların hatırasını hala canlı bir şekilde taşıyor. Mütevazi olduğu kadar engin gönüllü zamanın tahribatına direnmeye çalışan eli açık Türk beldesi olarak kalan Yalvaç’ı asıl koruyan anlaşılan çevresini saran dağlar olmuş. Torosların bir kolunu teşkil eden bu dağların bir tarafını Aydın ve Teke yöresinin yaylalarıdır. Bir yanı ise Sultan dağlarının bahşettiği ovalarda sebze meyve üretimi yapan Türk boylarının hayat merkezini oluşturmuştur. Dağlar adeta tabii bir kale vazifesi görmektedirler. Dışarıdan birilerinin buralara gelmesi ancak dağların iznine bağlayan Yalvaçlılar rahatlarını hiç kaçırmamışlardır. Yesevi ocağının dedeleri babaları yaylaları, ovaları, sulak alanları Selçuklu fütuhatı ile birlikte kimi nereye yerleştireceklerini biliyorlardı. Salur boyunun öncülerini de buraya layık görmüşlerdir. Salur boyunun beyi Yalvaç Horasan’dan kuşaklarının arasına sakladıkları tohumları buraya getiren Alperenleri hoş tutmuş olacak ki ektikleri tohumlar hala meyvesini vermeye devam ediyor. Ali Yüncü’nün bu mirası taşıyanlardan olduğu her halinden anlaşılmaktadır. Öğretmenlik, sanat, ticaret ve buna ilave olarak da yazarlık ile uğraşarak mazinin hatırlarına sahip olmanın şuurunu yaymaya çalışmaya devam etmesi bunu göstermektedir. Yalvaç ile ilgili bir yazma eseri Yalvaç’a kazandırmanın sevincini her fırsatta anlatıyor. Sahip olduğu mirasın şuurunda olarak bazı akademisyenlerin ısrarla antik çağ medeniyetini burada ihya etmenin gayretine bir türlü tahammül edemiyor. Nasıl tahammül etsin ki burası bin yıldan beridir bir Türk yurdudur. Türklük devam ediyor. Devam etmeyen ölmüş bir medeniyetin varisliğini bu beldenin sırtına yüklemek garabet veya kimliksizlik değil mi? (Devam Edecek.)