Başlığın bana ait olmadığını herkes bilir. Bu başlık, Atatürk'ün izlediği yolu ve geleceğe dair umutlarını taşıyan bir mirası simgeliyor. "Miri malı" sayarak bu başlık üzerinde konuşmak ne kadar doğru olur, bunu da sizin takdirinize bırakıyorum. Bugün, kısır döngüler içinde sıkışıp kalmışken, büyük bir felaketin, toplumu ve insanlık tarihini köklü bir biçimde sarmak üzere geldiğini fark etmiyoruz. Bu felaketin ne olduğunu hemen açıklayacağım, fakat önce geçmişe dönüp, hafızalarımızı canlandırmak istiyorum. Bu yolculuğa çıkarken, çok uzaklara gitmeye gerek yok; geçmişin özlemiyle hatırladığımız düşünürlerin hemen hepsi, zamanlarının acı gerçekleri karşısında aynı hedefe odaklanmışlardır. Birbirinden farklı ifadelerle olmasa da aynı amaca doğru adım atmışlardır.
Bunu daha iyi anlayabilmek için önce tarihimize dönmemiz gerekiyor. Atatürk’ün gençliğe bakışını, bu büyük düşünürlerin fikirleriyle bir arada düşündüğümüzde, anlam bütünlüğü daha da derinleşiyor. Gençliğe Hitabe’de tarif edilen o yüce niteliklere sahip bir gençlikten bugün gerçekten kaç kişiye sahibiz? Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür ve kudretin damarlarında taşıdığı kanın kudretinin farkında olan bir gençlik… Bu özelliklerin her birini içsel bir aydınlık gibi taşımayı başarabilen kaç birey var bugün aramızda? Atatürk, o hitabede bu gençliği bir halkın geleceği için teminat olarak görmüştü. Peki, bizler bu teminatı ne kadar gerçekleştirebildik?
Atatürk’ün gençlik anlayışını akılda tutarak, şimdi farklı bir bakış açısını ele alalım: Devletçi filozof Platon (Eflatun), gençliğin devletin ideallerine uygun bir şekilde yetişmesi gerektiğini savunur. Onun düşüncesine göre, eğitim ve terbiye, yalnızca bireylerin değil, bütün toplumun geleceği için devletin denetiminde şekillenmelidir. Platon’a göre, gençlik, devletin inşa ettiği ideallerle harmanlanmalı, bu idealler gençlerin manevi pusulası haline gelmelidir. Bu bakış açısını günümüzle karşılaştırdığımızda, farklı ideolojik yapılar olan partiler, cemaatler ve sosyal çevrelerin kendi gençliklerini şekillendirme çabalarının, filozofumuz Platon’un tüm düşüncelerini ne denli geçersiz kıldığını görmek mümkün. Günümüzde, toplumu yönlendirme sorumluluğu, devletin yerine, birbirinden farklı ve bazen birbirine zıt görüşlere sahip yapılar tarafından üstlenilmektedir. Bu durum, gençliğin yetişmesinde devletin birleştirici rolünün kaybolduğunu, hatta bir çeşit parçalanma ve ideolojik bunalım yaşandığını gözler önüne seriyor.
Meşhur imparator Napolyon, disiplinli, itaatkâr ve vatansever bir gençlik arzu etmiştir. Ancak, disiplinin ne olduğuna dair herkesin kendi anlayışına göre farklı yorumlar getirebileceği gerçeğini göz önünde bulundurursak, Napolyon’un bu arzusu, tıpkı onun diğer hedefleri gibi ne yazık ki sonuçsuz kalmıştır. Disiplinin, sadece askerî bir düzenin ötesinde, bireysel bir özgürlük ve manevi bir sorumluluk anlayışına dayanması gerektiği bir zaman diliminde, Napolyon’un idealleri, çağın gerisinde kalmış gibidir. Sonraki yıllarda, Osmanlı padişahı II. Abdülhamit de gençliğin dini ve millî değerlere sıkı sıkıya bağlı olmasını ve eğitimin bu değerler doğrultusunda şekillendirilmesini istemiştir. Ancak II. Abdülhamit’in bu isteği de tıpkı Napolyon’unki gibi, geriye dönüp bakıldığında hep bir bölünmeye, kutuplaşmaya yol açmış gibi görünüyor. Hâlâ ona duyulan sevgi ve nefret, bir zamanlar ifade ettiği değerlerin ne kadar katı ve homojen bir toplum arzusuna dayandığını, ancak toplumun çeşitliliğine ve özgürlüğüne karşı duyulan bir korkunun ürününü oluşturduğunu gösteriyor. Bu ayrışmalar, tarihsel bir miras olarak hala bugün bizleri ikiye bölmeye devam ediyor.
Herkesin bildiği meşhur filozof Aristo da gençliğe dair önerilerini sunmuştur. Aristo, erdemli, sorgulayan, öğrenmeye açık ve ahlaki değerlere bağlı bir gençlik istemiştir. Bu dilek, aslında herkesin ortak arzusu gibidir; kimse böyle bir gençliği istemez diyemeyiz. Ancak, bu yüksek idealleri hayata geçirmek için gerçek anlamda çaba harcayanları görmek, ne yazık ki pek mümkün değildir. Birçok insan, bu erdemlerin peşinden gitmeyi isterken, çoğu zaman günlük hayatın hızlı temposu içinde, bu değerlerin hayata nasıl uygulanacağına dair derin bir sorumluluk taşımaktan kaçınır. Aristo’nun önerdiği ideal gençlik, sadece düşünce ürünü bir arzu değil, aynı zamanda derin bir hayat pratiğini de gerektirir. Ne yazık ki, bu pratiği göstermek yerine, daha yüzeysel, anlık çözümlerle yetinilmektedir.
İbn-i Haldun, toplumların değişiminde gençliğin ne kadar önemli bir rol oynadığını vurgulayarak, onların ahlaki değerler çerçevesinde yetişmesi gerektiğini ifade etmiştir. Jean–Jacques Rousseau ise daha romantik bir yaklaşımla, gençlerin tabii eğilimlerinin korunarak bireysel özgürlüklerinin önemine dikkat çekmiştir. Her ne kadar bu düşünce biraz ütopik bir bakış açısı sunsa da onu savunanların varlığı bilinen bir gerçektir. Fakat burada önemli olan nokta, bu ideali savunanların çoğunun, bir türlü içinde bulundukları toplumsal karmaşanın parçası olmaktan kurtulamamış olmalarıdır. Hz. Muhammed ise, Kur’an ışığında gençliğin nasıl olması gerektiğini belirtmiş ve camiye giden her Müslüman’ın belki de onlarca defa duyduğu hutbelerde de ifade ettiği gibi, gençlerin büyüklerine karşı itaatkâr, merhametli ve erdemli olmalarını öğütlemiştir. Ayrıca, ilmin peşinden gitmeyi emretmiştir. Peki, hangi ölçülerimiz buna uyuyor acaba? Yanılıyor muyum? Biraz sonra vereceğim rakamlar, bu umutsuzluğumun sebebini açıklayacaktır.
İmam Gazali, ahlaklı, ibadetlerine bağlı ve ilimle meşgul bir gençlik arzu etmiştir. Bu dilek, her toplumda kabul görebilecek evrensel bir istek değil midir? Mevlânâ ise, gençlerin sevgi, hoşgörü ve bilgelik içinde büyümelerini istemiştir. Ama ya köktenci akımların bakış açısı? Karl Marks devrimci bir ruha sahip, sömürüye karşı çıkan ve bu devrimci düşünceyi cemiyet için isteyen bir gençlik hedeflemiştir. Üzerinden iki asırdan fazla bir süre geçmişken, acaba nasıl bir devrimci gençlik yetişti? İnsan, sormadan edemiyor. Mao Zedong ise boş durmamış ve şöyle demiştir: “Disiplinli, çalışkan ve devletin ideolojisine bağlı bir gençlik istiyorum.” Gerçekten de Mao, bu idealine bir adım daha yaklaşmış gibidir. Hangi sebepten olmasın ki? Dünyanın dört bir yanında Çin’in etkisi görülüyor. Çalışkanlıkları ve devletin ideolojisini savunmaları, Mao’nun idealine ulaşmalarını sağlamış gibi görünüyor. Tabii, iddialı olmayayım ama bir an böyle düşündüm.
Meşhur eğitimci John Locke, en doğru sözlerden birini söylemiştir: “Gençler boş bir levha gibidir. Eğitim bu levhaya istediğini yazarak ona bir biçim verir. Formel ve enformel eğitim kaynakları bu tabelanın hem anası hem babasıdır. Akılcı, özgür düşünen, sorumluluk sahibi bireyler olarak yetişmelidirler.” Bu görüşe katılmamak neredeyse imkansızdır. Eğitim kurumları ve toplum birlikte gençliği şekillendirebilir. Ancak eğitim tek başına yeterli değildir; toplumun değerleri ve aidiyet duygusu da buna eklendiğinde gençlik gerçekten bir anlam ifade eder. Meşhur Alman düşünür Goethe de gençlerin tabiata, sanata ilgi duymalarını, özgür düşünmeyi ve çalışkan olmayı başarmalarını istemiştir. Ne kadar doğru bir söz! Keşke gençlerimiz, Goethe’nin bu yüksek hedeflerine ulaşabilse. İbn-i Sina da gençleri araştırmaya, öğrenmeye ve ilmi düşünmeye teşvik etmelidir.
Namık Kemâl ise gençlerin özgürlük ve vatan kavramlarına sıkı sıkıya sarılmalarını arzu etmiştir. Mehmet Akif Ersoy da Asım’ın neslinde nasıl bir gençlik istediğini, “İstiklal Marşı”nın her satırında bizlere bırakmıştır. Ve şimdi gelelim başta belirttiğimiz gelecekteki tehlikenin ne olduğuna… (Devam Edecek.)