Baharın gelişini nereden anlarız? Bu soruya herkesin kendine göre bir cevabı vardır. Benim için bahar, 21 Mart’tır. Bu tarih herkesin malumudur ama benim için özel bir anlamı da vardır: Soğuk havalara inat, bu tarihte rengârenk açan Nevruz çiçekleri… Soğanlı bir çiçek olan Nevruz, beyaz, sarı, mavi, alacalı ve bazen başka renklerde de açar. Köyümün dağlarında sıkça rastladığım bu çiçekleri çocukluğumda bolca koparıp yediğimi hatırlıyorum. En çok da küçükbaş hayvanlar –keçiler, koyunlar– önlerine geldi mi affetmezdi.
Son yıllarda yaptığım yürüyüşlerde aynı çiçeğe, aynı tarihlerde rastladığımda, eski bir dosta rastlamışım gibi olurum. Kimse zarar vermesin diye etrafını bir çizgiyle çizerim. Çocukken yediğim bir çiçeği, bugün zarar görmesin diye korumaya çalışmam, belki de içimde hâlâ yankılanan o çocukluk sesindendir.
Anadolu’nun yüksek dağlarına yağan karların, havanın ısınmasıyla erimesi hem dereleri taşırır hem de ırmakları yataklarından fırlatıp etrafı abluka altına alan bir canavara dönüştürürdü. Çocukluğumdan bir hatıra gibi, dün gibi aklımda: Dicle Nehri kıyısına gider, o taşkınlıkları seyreder, delice akan bozbulanık suyun önüne kattığı kökünden kopmuş ağaçları, kütükleri, boğulmuş büyük küçükbaş hayvanları görünce derin bir ürküntü duyardık.
Bahar deyip geçmemek lazım. En eski Türk gelenekleri arasında, 21 Mart’a denk gelen kutlamaların yapıldığını biliyoruz. Yazılı ve sözlü kaynaklarda bu tarihle ilgili zengin bilgiler yer alır. Yazılı kaynakların kültür tarihimizdeki önemi, bu bilgilerle ne kadar derinlikli bir tefekkür dünyasına sahip olduğumuzu da ortaya koyar.
Mart ayının, baharın gelişini simgeleyen bazı sıcak günleri ve tomurcuklanan ağaç dallarının, ergen gençler gibi ortalığa coşkuyla salınması çoğumuzu kandırır. Ardından gelen yağmur, kar, tipi, fırtına gibi hava hareketleriyle baharı unutuveririz. Araya birkaç sıcak gün girince hemen aldanır, kazak, palto, manto, atkı –kışa dair ne varsa– hurçlara doldurmaya başlar, bir dahaki kışa kadar yüzlerine bile bakmayız.
Binlerce yıllık tarihimiz içinde, bizim için yakın sayılan Osmanlı dönemiyle birlikte yazılı kaynakların çokluğu, baharın kültürümüzde ne kadar derin bir yer tuttuğunu açıkça gösterir. Divan edebiyatından tekke edebiyatına, türkülerden klasik musikimizin beylik eserlerine kadar bahara ayrı bir yer ayrılmıştır. Elinde sazıyla köy köy, kasaba kasaba dolaşan âşıkların eserlerinde baharın, çiçeğin, gülün yer almadığı bir mısra bulmak zordur. Divan şairlerinden hece vezniyle yazanlara, oradan serbest vezinle şiir söyleyenlere kadar, bahar şiirimizin külliyetli bir parçasıdır.
Divan şairlerimizin beyitlerine baktığımızda, geride bıraktığımız ne büyük bir tefekkür dünyası olduğunu hemen anlarız. Ahî Çelebi şöyle der:
Bûy-i bahâr şöyle pür etdi cihânı kim
Yere inince katre-i şebnem gülâb olur
(Bahar kokusu kâinatı öyle bir doldurdu ki, yere düşen çiy tanesi gül suyuna döner.)
Bu benzetmenin hangi duyguyla yapıldığını her okuyucu kendince yorumlayabilir. Ya Bakî’nin şu beyti:
Nevbahâr irişdi vü gitdi şitâ
Keyfe yuhyî’l-arza ba’de mevtihâ
(İlkbahar geldi, kış gitti. Allah’ın ölümden sonra toprağı diriltmesi ne güzel bir kudret!)
Kur’an ayetlerine telmihte bulunan bu beyit, yüce bir duygunun sözle en güzel ifadesidir. Nedim ise baharla adeta özdeşleşmiştir. Arif Sami Toker’in Nihavend makamında bestelediği ve büyük bir zarafetle musikimize kazandırdığı şiiri hâlâ kulaklarımızda çınlar:
Erişti nevbahar eyyâmı, açıldı gül-i gülşen
Çerâğân vakti geldi, lalezârın didesi ruşen
Çemenler döndü rûy-i yâre, reng-i lâle vü gülden
Çerâğân vakti geldi, lalezârın didesi ruşen
Bahar bazen bir efsun gibi gelir. Uzun kış gecelerinde ıhlamur, leylak, yasemin, gül, hanımeli, portakal çiçeği kokularını özlediğimizi söyler dururuz. Papatyaların sarı beyaz renklerle toprak üzerinde dans edişine ne demeli? İğdelerin burunlarımızı yakarcasına etrafa yaydığı o dayanılmaz kokunun karşısında durabilmek mümkün mü? Bahar gibi biz de, yaşımız ilerlemiş olsa bile coşar, kendimizi bir şeylere kaptırırız.
Yahya Kemal’in, Necip Fazıl’ın, Tevfik Fikret’in şiirlerinde bahar teması oldukça fazladır. Orhan Veli’nin “Beni böyle havalar mahvetti” mısrasını hepimiz ezbere biliriz. Nazım Hikmet de baharı bekleyenlerin yalnız insanlar olmadığını hatırlatır:
Baharı bekleyen kumrular gibi
Gözlerim yollarda kaldı
Kalbim bir beyaz zambak gibi
Güneşli günlere daldı.
Karacaoğlan, Emrah, Seyrani, Reyhani gibi yüzlerce âşık, baharı ve çiçekleri terennüm eden mısralarıyla ruhumuzda derin izler bırakmıştır. Bu şiirler sadece duygularımızı değil, düşünce ufkumuzu da genişletir. Zira öyle ya, iki büyük kitap vardır: Biri Kur’an, diğeri kâinat.
Ve kâinata bakarak tefekkür edebilmeyi başarabilenlere ne mutlu…