Ömrümüz boyunca huzuru aradık. Bizim neslimiz, hayatı hep bu arayışla geçirdi. Dalgalanmalar elbette olur, buna itirazımız yok. Hayat bazen sakin akar, bazen de fırtınalarla savrulur. Ancak, dış dünyada gelişen olayların iç dünyamızı bu kadar sarsmasını kabullenmek zor. Huzurumuzu koruyabilmek, artık her zamankinden daha güç.

Uygur Türklerinin yaşadığı zulüm, Gazze’de süregelen katliamlar, dünyanın dört bir yanında kanayan vicdan yaraları… Bunlar içimizi alev alev yakan gerçekler. İnsan yalnızca kendi hayatından ibaret değildir; gördükleri, duydukları ve hissettikleriyle bütündür. İşte bu yüzden, bunca acının içinde huzuru bulmak her geçen gün daha da zorlaşıyor.

Şimdi bir de içimizdeki huzursuzluk… Suni ayrılıklar, yapay kamplaşmalar, toplumu sessizce saran örtülü bir olağanüstü hâl… Huzur yalnızca savaşlardan ya da büyük trajedilerden çalınmaz; bazen de küçük duvarlar örülerek, görünmez çizgilerle, insanların birbirine olan güveni zayıflatılır.

Torunlarımız da huzurdan yoksun bir dünyada mı büyüyecek? Bizim gibi, her geçen gün ağırlaşan yüklerin altında ezilen, umutlarını kaybetmiş bir nesil olarak mı? Dizlerimizin bağlarının çözüldüğü, yorgun adımlarımızın birer iz bıraktığı bu dünyada, taşıdığımız yükleri onlara devretmek ne kadar doğru? Her bir yük, zamanın birer izini taşırken, onlara bu yükleri bırakmanın adaleti nedir? Huzurun her zaman bir rüya gibi uzak kaldığı bu dünyada, bizlere düşen görev, bir umut ışığı yakmak değil midir? Belki de bu soruların cevabı, bizim içinde sakladığımız huzurun gerçeğinde gizlidir. Eğer biz, huzuru yalnızca dış dünyada değil, ruhumuzun derinliklerinde inşa edebilirsek, sanatın ve edebiyatın zarif dokusu, vicdanın saf sesiyle birleşirse, belki de torunlarımızın gözlerinde parlayan bir umut ışığı doğar. Çünkü huzur, dışarıdan değil, içimizden yükselir; o, yalnızca bedenin değil, ruhun da ihtiyaç duyduğu bir dinginliktir, bir içsel denizdir ki, sadece kalpten kalbe akar, tüm dünyayı sarar.

Adil olmadıkça huzurun olmayacağını herkes bilir. Birilerinin mutsuzluğu üzerine inşa edilen hiçbir mutluluk gerçek değildir. Hele ki böylesi bir temelin üzerinde bir gelecek kurmak imkânsızdır. Adalet yoksa, yalnızca insanlar değil, onların yarattığı güzellikler de gölgede kalır. Sanat, edebiyat, kültür ve estetik, adaletin soluduğu havada nefes alır; aksi takdirde kök salamaz, derinleşemez.

Sanat ve kültür, insan ruhunun derinliklerinde bir yolculuktur. Ancak kaos içinde üretilen sanat, çoğu zaman öfkenin, acının veya günü kurtarma telaşının bir yansımasına dönüşür. Adaletsizliğin hâkim olduğu topraklarda zulüm değil yalnızca yüzeysellik de büyür. Sığ düşünceler, sahte estetik kaygılar, günü tatmin etmeye odaklanan eserler ortaya çıkar. Oysa gerçek sanat, zamanı aşabilmeli, ölümsüzleşebilmelidir.

Birbirimize tahammülün yegâne bağı, hiç kuşkusuz ki, sanatın büyülü pençesinde, edebiyatın sonsuz kelimelerinde, kültürün yumuşak dokusunda örülür. Ortak yanlarımız öylesine çoktur ki, farklılıklarımızı kimse sanatın ışığında, bir ressamın paletinde farklı renkler gibi görmez; her biri, bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Bir milletin ayrıştığı bu çağda, huzurun karanlıkları arasında tek bir bunalım yaratmak, en büyük zaferdir belki de. Oysa hepimizin içinde, yalnızca bir parça huzur arzusuyla yanar kalbimiz; huzur, okyanusun derinliklerinden gelen bir dalga gibi, ne tam olarak gelir ne de kaybolur, her an bir yolculuğa çıkar, fakat her zaman kendini bulur.

Kitapların arasında kaybolmuş gibi hissediyorum; sayfalar birbiri ardına geçerken, okuduklarımdan çıkarılacak anlamlar giderek zorlaşıyor. Her düşündüğümde, çıkmazlar beynimde bir çağlayan gibi yükselip beni boğuyor. Önümdeki notların hiçbir anlam taşımadığını, yazdıklarımın, yaptıklarımın ne kendime ne de okuyanlara hiçbir fayda sağlamadığını neredeyse kabul edeceğim. Çevremde olup bitene kayıtsız olduğum düşünülmesin. Anlamadığım bir şey var: Kimse hatasını kabul etmiyor. Oysa insan olduğumuzun en belirgin farkı, hata yapmamızdır. Elimize güç geçtiğinde, hata yapmamak gibi bir yanılgıya kapılıyoruz. Ancak baskıdan vazgeçmedikçe, ruhsal dengeyi kaybetmeye devam ettikçe işler hiç kolaylaşmaz. Biraz sükûnet, her şeyi ne kadar da kolaylaştırabilir, farkında olamayacak kadar uzak duruyoruz ondan.

Bir nebze huzur arayışıyla, bu isteği paylaşmak için gittiğim en edebi ve sanat mahfillerinde bile, tek bir mevzu var: Günlük politik çıkarların sesinden yankılanan hengameler. Oysa edebiyat ve sanat, insan ruhunun en derin köşelerine dokunan, dünyayı başka bir gözle gösteren yegâne alanlardır. Ancak bu mahfillerde, sanat ve edebiyat dışında her konu konuşulmakta, üzerinde yorumlar uzadıkça uzamakta ve sonuçta hiçbir netice alınmamaktadır. Böyle bir ortamda, bir toplum huzuru nasıl bulabilir? Edebiyat ve sanat dışında her şeyin konuşulduğu cemiyetlerde, huzurun var olmayacağını fark etmek, kalpte derin bir acı bırakır.

Bugüne kadar yaşadıklarımızla, bundan sonra da aynı döngüyü takip edeceğimizin düşüncesi, içimde bir tür kabullenişe dönüşüyor. ‘Böyle gelmiş, böyle gider’ diyor içimden bir ses, tıpkı geçmişin gölgesinin üzerimize düşen karanlık gibi. Şairin dediği çıkıyor galiba: ‘Akrebin kıskacında bizi yoğurmuş kader/Aldırma, böyle gelmiş böyle gider dünya.’ Ve bu sözlerin yankısı, kalbimi bir ağırlık gibi sarıyor; her defasında aynı kısır döngüyü yaşamak, aynı boşluğa düşmek… İçimdeki huzursuzluk, bir gölge gibi büyüyor, adım atmamı engelliyor. Ne olur, bir parça huzuru hakkıyla yaşasak; o huzuru, sanki toprak bile susuzluktan kırılırken bulmuş gibi, hep birlikte paylaşabilsek. Huzur hakkının hepimizin ortak hakkı olduğunu kavradığımızda, birlikte yaşamanın anlamını ve güzelliğini hayal etmek bile bir huzur kaynağına dönüşür.