Zamanın değirmeni durmaksızın öğütüyor yılları, hatıralar birer birer silikleşiyor. Daha dün gibi… Lise ve üniversite yıllarında millî günlerde anma merasimlerine katılmanın, orada görev almanın heyecanını yaşıyorduk. Ama şimdi, o telaş da, o duygular da zamanın rüzgârına kapılıp kaybolmuş gibi. O zamanlar hayalini kurduğumuz millî günlerin şimdiki boşluğunda, zamanın rüzgarı aramızdaki mesafeyi hızla açtı.
Oysa o merasimlerde, sanki tarih dün yazılmışçasına gözyaşlarını tutamayanlar vardı. Bir şiirin mısralarında, bir türkünün yanık ezgisinde yüreğe işleyen sözler duyulurdu. Ve her seferinde, sonuna kadar savunulan vatan toprakları için son bir gayretle cepheye koşanların hikâyeleri kulaktan kulağa fısıldanırdı.
Aradan yüz yılı aşkın bir zaman geçti. Ama zamanın elleri ne o kahramanları bizden alabiliyor ne de yüreklerimizde bıraktıkları izi silebiliyor. Hâlâ taptaze bir acı ve gururla soruyoruz kendimize: Göğüsleri kabartan, yüreklere dokunan, hem bir milletin kaderini hem de insanlığın vicdanını böylesine derinden sarsan bir başka zafer var mıdır?
Türk’ün kahramanlığını ve insanlığını dünyaya aynı destanda sunduğu Çanakkale, her karış toprağına şehitlerin kanıyla mühürlenmiştir. Orada yazılan kahramanlıklar, bir asrı aşkın süredir anlatılmakta ama yine de tükenmemektedir.
57. Alay, Çanakkale Zaferi’nin sarsılmaz ruhu, ölümsüz sembolü olmuştur.
Zaferin habercisi gibi, ölümün gölgesinde, imkânsızlıkların ortasında dimdik durdu. Gök kubbeyi inleten top sesleri, yankılanan süngü süngüye çarpışmalar, kan ve barut kokusuyla yoğrulmuş bir cephe… İşte burada, 57. Alay bir kaya misali eğilmeden, bükülmeden, vatan toprağına gövdesini siper etti. "Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum." sözü yalnızca bir emir değil, tarihin akışını değiştiren bir yemin oldu.
Yarbay Mustafa Kemâl, kendisine ulaşan bir emir olmasa da yüreğinin emrini dinledi. Tereddütsüz insiyatif aldı, yanına bir batarya bölüğünü de katarak Conkbayırı’na doğru harekete geçti. 3.600 yiğit, kendilerinden katbekat fazla düşmana, donanımlı toplara, modern silahlara karşı göğüslerini siper etti. O gün, bir milletin kaderi süngülerin ucunda yeniden yazıldı.
Bu destan, sadece kurşunlarla değil, inançla ve adanmışlıkla kazıldı tarihe. Mustafa Kemâl’in Nutuk’ta anlattıkları, yalnızca bir harp taktiğinin değil, bir milletin yeniden doğuşunun hikâyesidir. O gün, 57. Alay yalnızca savaşmadı; imanı, vatan aşkını ve kahramanlığı toprağa mühürledi.
Toprağı kazdıkça altından fışkıran mermiler, süngüler, paramparça asker çantaları…
Her birinden bir hikâye, her birinden bir yemin çıkar. Çanakkale’deki o cehennem savaşının izlerini, yalnızca görebilenler değil, hissedenler de anlayabilir. Toprağa kazılmış her delik, öylesine bir çığlık taşır ki, zamanın ve insanın sınırlarını zorlar. Her adımda, şehitlerin ellerinden dökülen yeminler yeniden yankı bulur.
Cephanesiz kaldılar… Fakat silahları tükenmiş olsa da, onların en güçlü silahı kalplerindeki iman ve vatan sevgisiydi. Açlık ve susuzluk her bedenini sarar, her adımda daha fazla zorlukla yüzleşseler de, ruhları asla pes etmedi. Vatan sevgisi, onlara yalnızca ayakta kalmayı değil, ölüme doğru yürümeyi de öğretti. Bir avuç toprak için, bir yudum su için değil; tüm bir milletin varlığı için savaştılar.
Bu vatanı aziz kılan, işte tam da bu ruhtur.
Çanakkale’nin toprağından, o kutlu ruhun sesi yankılanır. O ses, gövdeyi değil, yüreği çelikle yoğurur. O ruh, öyle bir ateştir ki, her karış toprakta, her damla kanla yeniden yeşerir. İleriye doğru gidebilmemiz, bu ruhu yalnızca hatırlamakla değil, yaşadığımız her anı, her adımı onunla atarak ilerlememizle mümkündür.
Bu hikâyeler, sadece geçmişin yankısı değil, geleceğe doğru atılacak her adımın şuurla taşınan mirasıdır. Her alanda, bu toprakların en derin köklerinden gelen o sarsılmaz ruhu yaşatacak tedbirler almak, yalnızca geçmişi hatırlamak değil, o hatıraları yaşatarak geleceğe taşımaktır. Bu, bir milletin kaderini canla, başla, ruhla şekillendirme sorumluluğudur.
Başta Gazi Mustafa Kemâl olmak üzere, bu topraklar için canlarını feda eden ve yattıkları yerleri aziz kılan kahramanlarımıza olan minnet borcumuzu ödemek, her ne kadar kalbimizde derin bir yer tutsa da, kelimelerle ifade edilmesi imkânsız bir borçtur.
Onların adları, yalnızca topraklarda değil, zamanın ta kendisinde yankı bulur. Her biri, milletin iradesini, özgürlüğünü ve hürriyetini canlarıyla mühürleyen birer meşaledir. Genç yaşta toprağa düşen her kahraman, aslında bir milletin ruhunu bir kez daha canlandırmış, Türk milletinin ölümsüz değerlerini ebediyen yaşatmıştır.
Rahmet dilemek görevimizdir. Fakat şehitlerimizin hatırasına gösterdiğimiz saygı, sadece bir dua ile sınırlandırılamaz. Onların izlerini yaşatmak, bu toprağın her zerresinde o kahramanlık ateşini yeniden tutuşturmak, bir vatan borcu olmaktan çok daha fazlasıdır. Bu, geleceğe dair bir sorumluluktur. Onlar, canlarıyla vatanlarına olan borçlarını ödediler; bizler ise, o kahramanların bıraktığı bu kutsal mirası yalnızca hatırlamakla değil, onlara hayatla, emekle ve zorlukları aşarak vefa göstermeliyiz.
Bugün, vatanımız için kan dökmeden önce, o yüce hatıraları yaşatarak, her an çalışarak, ter dökerek, onların bıraktığı izleri ileriye taşımak, gerçek anlamda bir vefa borcu olmalıdır.
Onların izinden gitmek, sadece bir yolu takip etmek değil; her adımda, güçlü bir irade, sarsılmaz bir inanç ve kararlılıkla bu topraklar için mücadele etmektir. Çünkü onlar, yalnızca canlarıyla değil, ruhlarıyla da bu topraklara bağlıydılar. Ve bizler, onların aziz hatırasını yaşatarak, o ruhu bu topraklarda her zaman canlandırarak bu kutsal emanetin sorumluluğunu taşımalıyız. Çünkü her günümüz, onların fedakârlıkları sayesinde, bu topraklarda özgürce yaşama fırsatına sahip olabilmemizin simgesidir.