Geçtiğimiz günlerde ikisi bir taburda olmak üzere farklı birliklerde intihar vakaları meydana geldi maalesef. Silahlı Kuvvetlerde meydana gelen intihar vakalarına özel olarak ihtimam gösterilmesi gerekmektedir. Çünkü personel temininde detaylı bir şekilde sağlık muayenesinden geçen adayların psikolojik seviyede yeterli olanlar muayeneden geçmekte ve devamında eğitim süreçlerinde de bu zorlu şartları fiziken ve ruhen kaldıramayacak olanlar mesleğe devam edememektedirler. Eğer bu süreç usulüne uygun geçilmiş ise gelişen intihar olayları artık kurum içindeki bazı sorunların zuhuru olduğuna delalet edecektir.

            15 Temmuz 2016 tarihinde hain darbe girişimi sonrasında Türk Silahlı Kuvvetler’inde halen günümüzde devam eden bir travmanın etkilerinin yaşandığını değerlendiriyorum. Avukatlık mesleği icra etmem ve emekli bir subay olarak idari davalar yönünden askeri işlerde dava yoğunluğum nedeniyle bu gözlemi daha sağlıklı yapabildiğimi düşünüyorum. Bu süreçte bazı sorunların çözümünün mevcut ordu yapılanması ile mümkün olmayacağına inanıyorum.

            Türk Ordusunun kuruluşu M.Ö 209 yılında Mete Han’ın tahta çıkış tarihine kadar gitmektedir. Onlu sistemin tatbik edildiği ilk ordu Türk Ordusudur. Tarih boyunca birçok büyük devlet kuran Türk Milleti, gücünü aldığı önemli kurumlardan biri de Türk Ordusudur. Ordunun çağın gereklerine ve ihtiyaçlarına uyum sağlamak ve en azından bir adım öne geçmek için bazı yenilenme çalışmalarını veya köklü değişiklikleri uygulaması gerekmektedir.

            Yakın tarih olarak günümüze de etki eden bu yenileme ve değişikliklere dikkat edecek olursak; 18. yüzyıldan itibaren III. Selim’in kurduğu Nizam-ı Cedit ordusu mevcut ordu yapılanmasının artık ihtiyacı karşılamadığı kanaatiyle ortaya çıkmıştır. Hatta bu başlangıç Kabakçı Mustafa isyanıyla III. Selim’in de sonuna sebep olmuştur. Ardından gelen padişahtan sonra II. Mahmut ve Vaka-ı Hayriye ile birlikte yeniçeriler tamamen yok edilerek Nizam-ı Cedit model alınarak Sekban-ı Cedit kurulmuş ve nihayetinde de bugünkü harp okullarının temeli olan süreç devam etmiştir. Osmanlı döneminde III. Selim Döneminde Fransız etkisi gözlemlenirken, II. Abdülhamid devriyle beraber Alman ekolünün etkisi ortaya çıkmıştır. Bu süreç 1. Dünya Savaşına kadar devam etmiş ve Osmanlının yıkılmasıyla son bulmuştur.

            Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla da ordu içinde yenileme çalışmaları tartışılmış ancak Sovyet Rusya tehlikesiyle bu sefer NATO üyesi olmak ve ABD etkisine girmek zorunda kalınmıştır. Kore savaşına dahil olarak katılım bedeli ödemek zorunda kalınarak 1952 yılından itibaren de NATO üyesi olan ülkemiz, NATO konsepti ile ordusu teşkil edilmiştir.  Halen bu durum devam etmektedir. Hatta ekseriyetle NATO karargahlarında görev yapmış subayların, kışlalarda birlik komutanlığı yapmış ve terörle mücadelede yer almış personele göre daha avantajlı safahat ve yükselme imkanı olduğu da dikkat çekeceğimiz bir durumdur.

            15 Temmuz 2016 tarihinde yaşananların Türkiye Cumhuriyetinin bir Vaka-ı Hayriye versiyonu olduğunu ifade etmek gerekirse, personel yapısı ve teşkilatlanma konusunda bir ıslahat çalışması yapılması artık zaruri hale gelmiştir. Şöyle ki, başta en önemli sorun orduyu sevk ve idare edecek, gerektiğinde inisiyatif alma ve canını seve seve feda etme konusunda çelik gibi iradeye sahip bir birliğin yetişmesinde en önemli unsur olan subayların eğitim ve yetişmesinin standardının sağlanması için kaynak tekliğinin var olması gerekmektedir. Bir subayın harp okulları dışında başka bir kaynaktan teminin yolu kapanmalıdır. Kurum içinde yer alan diğer personel subay olmak istiyorsa başta yaş olmak üzere diğer şartları sağlayarak harp okuluna girecek ve oradaki eğitim süresini başarıyla tamamlayarak mezun olabiliyorsa subay olabilecektir. Bir hemşire meslekte yükselerek doktor olabilmek istiyorsa tıp fakültesi okumalıdır. Ordunun subay kaynağının tek ve istisnasız şekilde harp okulları olması gerekmektedir.

            Yine subay dışında ast rütbelerde çeşitli tasnifler bulunmaktadır.  Astsubaylar, Uzman Jandarmalar, Uzman Erbaşlar, Sözleşmeli Erbaş ve Erler ile zorunlu askerlik kapsamında bulunan erbaş ve erler. Bu kadar tasnif bir anlamda herkesi komutan hüviyetine büründürüyor ister istemez… Ancak bu durum da emir komuta zincirinin bağının zayıflatılmasına sebep olacak mahiyette. Benim değerlendirmeme göre bu rütbe tasniflerinin seyreltilmesi gerekmektedir. Yapılanma personel olarak üç tasnifte teşkil edilmelidir. Subay, Erbaş ve Er olarak yeni bir düzene ihtiyaç vardır. Komuta kademesinden en ast rütbeye kadar arada teknik personelin varlığına ihtiyaç duyulacaktır elbette. Bunu Erbaşlar sağlayacak olup, ordu erler üzerinden modernize edilmelidir. Böylelikle kavram kargaşası ortadan kalkacak ve her personel sınırını bilecektir.

            Yıllar önce Jandarma teşkilatı ilk profesyonel ilçe jandarma yapılanmasına gittiğinde ve zorunlu askerlik yapan erlerin olmadığı bir düzende, nizamiyede silahlı nöbet tutacak rütbeli personel bulamamıştı da devamında uzman erbaş alımları ile bu soruna bir çözüm getirildi. Oysa yurt içinde görev yaptığı karakolda çevre güvenliği için silahlı nöbete mazeret üreten personel, yurt dışı misyon koruma görevlendirmesinde aynı mahiyette bulunan görevi maddi beklentisi yüksek diye hiç sorun çıkarmadan icra etmektedir.

            Yukarıdaki bahsettiğim yapılanma mevzuat olarak detaylı şekilde ortaya konarak bu sorunları kesin olarak ortadan kaldıracaktır. Aynı zamanda personelin erken emeklilik gibi özlük haklarında iyileştirmeler de bulunması kaydıyla.