Son zamanlarda bazı şehirlerin ileri gelenleri, şehirlerini ziyaret eden misafirleri yüksekten seyrettirerek etkilemenin yollarını aramışlar. Bunun için de seyir terasları yapmışlar. Bunlardan birini Karabük’te görmüştüm. İnsanlara yeni bir şey göstermek, onlara hoşça vakit geçirterek doğanın güzelliklerine değer katar. Karabük’te bir de ters bir ev inşa etmişlerdi; her gelen burada fotoğraf çektiriyordu. Ormanın derinliklerinde bir kanyon ve yukarıdan seyredilmesi için yapılmış cam bir teras vardı. Gerçekten heyecan vericiydi; çevresinde çeşitli ticari işletmeler de açılmıştı. Elbette bunun arkasında bir kazanç kapısı var; olmalı mı? Bilmiyorum, ama bu bana biraz ucuz bir fantezi gibi geliyor. Para kazanmanın daha zarif yolları bulunabilir. Estetik kaygının ön planda olması gerekiyor; tarihî kimlikle uyum sağlamayan yapılar bir süre sonra değersizleşerek kayboluyor. Şimdi Harput’ta da böyle bir cam teras var. Ancak tarih, coğrafya, sanat, edebiyat ve Harput kültürüyle bağı olan biri bu terasın anlamını sorgulamadan edemez. "Madem yapılmış, bize hayırlı olsun" demek düşer. Fakat bunun yalnızca birilerine gelir kapısı açmak için mi yapıldığı da insanın aklına gelmiyor değil. Yakınlara kolay yollardan para kazandırmak pek de şık bir davranış değil gibi. Yanılıyor olabilirim. "Akrabanıza yardım edin" buyruğunu yanlış mı anlıyoruz acaba? Bu başka bir konu, dilerseniz ben konuya geleyim.

Harput’a gidenler bilirler; Kayabaşı mevkiinde Uluova’yı, Keban Baraj Gölü’nün Bingöl istikametini, Malatya yolunu, çimento fabrikasının bacasından çıkan dumanların Kesrik, Mornik, Rüstem Paşa, Sanayi Mahallesi üzerindeki toz bulutlarını ve gün geçtikçe uzayıp giden binalara rağmen şehrin kalan güzelliklerini seyre dalarsınız. Sebebini kimse bilmez ama manzarayı daha iyi görecek bir noktada durup çay içmek, yemek yemek, insana ayrı bir keyif mi veriyor? Ya da ayrıcalıklı bir mekânın sahibi olarak başkalarına gösteri mi yapılıyor? Hangisi olursa olsun, yapılan tercihin niyetinin estetikten kopuk olduğu herkesin malumudur.

Şimdi Kayabaşı'ndan Elâzığ’a bakarken gözünüzde canlanacakları düşünün. Uluova, Malatya yolu ve yükselen devasa binaların silip süpürdüğü mahalleleri görebilirsiniz. Köylerde ağaçlara yer kalmamış. Gümüşkavak’ta (Hırhırik) ağaç yerine apartmanlar yükselmiş. Hüseynik ve Mornik köyleri yok olmuş. Bir de her an kendisini hatırlatan depremler var. Son yıllarda kaç defa deprem oldu, artık sayamaz olduk. Deprem, kimine fırsatlar sundu. Acılar üzerine inşa edilen dünyalıkların peşinde koşanların varlıkları her gün artıyor. Yağmur sonrası ne hale geldiğini herkesin bildiği, "alt geçit" denilen yapılara rağmen çözüm üretilmiş değil. Depremin yıkıntıları arasında yaşamaya çalışanlar, bu duruma alışmış gibi. "Yıkıldı yıkılacak," denen binalar neredeyse beş yıldır hâlâ yerinde. Suç depremde, tabii. Deprem olmasaydı bu hale gelmezdik ve böylece şehrin güzelliği birden kaybolup gitmezdi.

Deprem kaynaklı bu yıkıntılar güvenlik ve sağlık açısından bir tehdit değil mi? Yoksa, “ibret olsun, her zaman deprem olabilir” düşüncesiyle insanların bu manzaralara bakarak olası felaketleri hatırlaması mı isteniyor? Bu görüntüler aslında sağlık, güvenlik ve psikolojik açıdan ciddi bir tehdit. Depremin acısını gösteren manzaraları görenlerin üzüntüleri her zaman tazeleniyor. Halbuki, acıları unutturmak ve geleceğe umutla bakmayı sağlamak, insani bir sorumluluktur. Bu acının insanlarda yarattığı etkinin ruh ve beden sağlığı üzerindeki sonuçları incelense, kim bilir nelerle karşılaşırız? Acıları unutturmak gibi insani bir görev dururken, acıları tazeleyen görüntülere sabır ve tahammül sınırlarını zorlayan bir anlayışa sahip olmanın vakarı içindeyiz.

Bir insanı tüm ömrünü geçirdiği çevreden koparıp, "daha güvenli ve daha ucuz" diyerek uzaklara taşımak, sonra da onu arada sırada eski yerine dönüp hasret gidermeye mecbur bırakmak, daha maliyetli değil mi? Bina yapılırken çevre koşullarının yanında kültür unsurları da düşünülse nasıl olur? İnsan, diğer canlılardan farklı olarak akıl ve duygu gibi seçkin yeteneklerle donatılmıştır. Bu yetenekler de hatıraları ve geleceği inşa etme idealinin bir parçasıdır. Türk kültürüne has bir yapı biçimi var mı, yok mu? Varsa, inşa edilen ruhsuz binalar, bunca masrafa rağmen bizi hatıralarımızdan ve geleceğimizden koparıyorsa, varsın yapılmasın. Yıkıntılar arasında yaşamaya devam edelim. Elbette bir afetin bize öğreteceği dersler olmalı. Hayatını yeni binalarda sürdürecek olanlara “Nasıl bir bina istiyorsunuz?” diye soruldu mu? Komşu istiyor musunuz? Bahçe, park gibi yeşil alanların nasıl olmasını arzu edersiniz? İnsanların bir arada vakit geçireceği mekânlar olmalı mı? Halkın geçmişini unutmasını mı istiyoruz? Mesele burada. Dünyada böyle bir örnek var mıdır? Her millet, kendi geleceğinin inşasında hatıralarını evlatlarına aktaracak yollar bulur. Biz, neden bu bağı koparmak için uğraşıyoruz? Barınmak en temel haktır; yemek ve içmek gibi. Mesele, nasıl barındığımız. 209 üniversitemiz var. Deprem öncesi ve sonrası ile ilgili hangi üniversitemiz ne çalışması yaptı? Bu çalışmaların sonuçlarına göre bir önlem alındı mı? Bunları bilen var mı? Üniversitelerimiz bilimsel öncülük yapıyor da bizim haberimiz mi yok? Depremin muhatabı olan halkın bunları bilmeye ihtiyacı yok mu? Ya da afetten sonra halkın yaşadığı psikolojik travmalar hakkında bir çalışma yapıldı mı? Birkaç bilim insanının halka çağrı niteliğindeki açıklamalarını dinleyenlerin tevekkül ve sabır sınırları kalmadı. Bu bilim insanlarının söyledikleri duyulmuyorsa, öyleyse bu insanları susturalım, gelecekte ne olacaksa olsun. Böyle düşünmek daha mı iyi?

Doğal güzellikleri yok etmeye meraklı bir yapı anlayışı, sadece bu güzellikleri yok etmekle kalmıyor, aynı zamanda şehrin ruhunu da yok ediyor. Şehrin hâlâ ayağa kalkamaması bunun bir sonucu. Depremler sonrasındaki manzaraların ruhlarda bıraktığı izi biliyoruz. Fırsata dönüştürmek için tam zamanı kaçırdık gibi geliyor bana.

Her şeyi devletten beklemek alışkanlığı ne yazık ki sürüp gitmektedir. Bu çok tartışılması gereken bir meseledir. Deprem sadece binaları yıkar. Yıkılan binaların yerine yenileri elbette yapılır. Kaybolan irfanî değerlerimizi nasıl geri getireceğiz? Öyle ya, bunları devlet yapacak hali yoktur. Daha kolay ve çok para kazanmak amacıyla asıl değerlerimizi bir kenara bıraktığımızı inkâr edebilir miyiz? Türkiye’nin en büyük mutfak kültürüne sahip Elâzığ, küçük bir sokakta kendisinin olmayan “salçalı köfteye” mahkûm edilmiştir. Bunun mutlaka araştırılması ve incelenmesi gerekir. Bu, deprem kadar zararlı bir davranış değil midir? Daha bunun gibi başka konuların da mutlaka gündeme getirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Çoğu insan, şehrin manzarasını seyretmek için Harput’a çıkar. Bir de aşağıdan, yani Elâzığ’dan Harput’a bakmayı denediniz mi? Ben denedim. Bir şey göremedim. Ancak gözlerimi kapatarak izlemeyi tercih ettim. Hayalimde, eteklerinde çiçek açmış badem ağaçları, taze filizleriyle kuzuların doyduğu otlaklar beliriyor. Ya da Mezire’deki bağından dönüp yokuş yukarı evine çıkan Harputluların, hayvanlarının kuyruklarına tutunarak dönmeye çalıştığını görüyor gibiyim. Harput’a doğru bakarken sizin bir hayaliniz var mı?