Benim de kanaatim tam olarak böyleydi. Nereye gidersem gideyim, aklımdan, fikrimden, gönlümden çıkaramıyordum. Herkes öyle mi bilmiyorum. Ne zaman ki televizyonda bir sohbet programında Prof. Ramazan Korkmaz’ı dinledim, ne kadar haklı olduğumu bir defa daha anladım. Prof. Ramazan Korkmaz, sohbet sırasında Türk edebiyatının Nobel ödüllü üstadı Cengiz Aytmatov hakkında konuşuyordu. Onunla kurduğu dostluktan ve birlikte geçirdiği vakitlerden edindiği intibaları anlatıyordu. Doğrusu, Türkistan coğrafyasının bu altın evladını tam anlamıyla anlatan kimseyi duymamıştım. Ya da rastlamamıştım. Elbette değerli edip ve yazarlarımız Cengiz Aytmatov’u anlatmışlardır, ancak Prof. Ramazan Korkmaz’ın anlattıkları beni çok daha derinden etkilemişti.

Aytmatov, eserlerinin tamamında bozkırın efsanevi hayatınıyazmayı başarmıştı. Güzellik mefhumunun ya da neyi nasıl seveceğimizin, gördüklerimizle ilgili olmadığını, üzerinde hatıralarımızın yaşadığı mekânların bu sıfatlara layık olduğunu bu şekilde gönlümüzdeki duyguları tercüme etmişti. Bozkırın kuşu, hürriyetin kanat sesi gibiydi; rüzgârla yarışıyor, göğü kanatlarının altında bir yayla gibi seriyordu. Bozkırın kurdu, gecenin karanlığında yankılanan sesiyle yalnızlığın suretine bürünmüştü. Bozkurt ulumaları hayatın devamı gibiydi. Rüzgârla birlikte her bir yere siner ve herkes bu sesleri işitmezlerse hayatın devam etmeyeceği vehmine kapılırlardı. Kokusuz kokulu çiçekleri, güneşin altında bir serap gibi titreşirdi; rüzgâr değdiğinde sanki bozkırın derin bir nefes alışını duyardınız. Bozkırın toprağı, yazın güneşten kavrulmuş, kışın kar altında sabırla bekleyen bir ihtiyar gibi vakur ve suskundu. Asıl sevgili boz topraktı. Yazın gündüzleri güneşin kızıl kıyamet kavurduğu gece tam tersi serinliklerinin tadına doyum olmayan bol yıldızlı gecelerin tadına satırları arasında çokça rastlarız. Beyaz bir örtü gibi kışın örtünen toprağın sessizliği karlar eriyince çıkardığı vaveylaları gözlerinizin içine sokuyor gibi her okuyuşta başka bir heyecan duymayan var mıdır? Aytmatov anlattıkları ile toprağı vatanlaştırmıştır.

Aytmatov, yazdıklarıyla bozkırı yalnızca bir mekân olarak değil, bir ruh, bir kader, bir karakter olarak ele alıyordu. Bozkır, rüzgârın diz çöktüğü, yıldızların yere daha yakın olduğu bir masaldı. Kimi zaman suskun, kimi zaman savruk; ama hep vakur bir ihtiyar gibi, çağların yükünü omuzlarında taşıyan bir diyardı. O topraklar, insanı kendi hikâyesine mecbur bırakıyordu. Sonsuzluk gibi uzanan düzlüklerin ortasında, toprağa kök salmış tek bir cılız ağaç… Tüm bozkırın hatıralarını sırtlanmış gibiydi.

Prof. Ramazan Korkmaz, Aytmatov ile kurduğu dostluktan sonra Türkistan coğrafyasını birlikte gezdiğini, bu gezileri defalarca yaptıklarını ve her seferinde onun kendi coğrafyasına ve üzerinde canlı cansız bütün varlıklara karşı duyduğu derin sevginin ifadesi olarak eserlerini ortaya koyduğunu söylüyordu. Bu arada Cengiz Aytmatov’un köyüne de gittiklerini ifade etti. Köye gidecekleri zamanda duyduğu heyecanı anlatması dikkat çekiciydi. Köyün tepesine vardıklarında Cengiz Aytmatov’un ifadesi ile “Ramazan dostum, işte dünyanın en güzel köyü” demesini anlatıyordu.

Ramazan Korkmaz’ın anlattıklarını sanki daha önce bir yerlerden duymuş gibiydim. Ne zaman köyümden ya da vatanımdan dışarı çıksam, her yer bana gurbet olur, ruhum çırpınır durur. Tıpkı Aytmatov’un bozkır kahramanları gibi, ben de ayrıldığım topraklara ruhumla bağlı olduğumu her seferinde yeniden hatırlıyorum.
Yahya Kemâl, "Eylül Sonu" isimli şiirinin mısralarında bunu çok güzel anlatmıştır:
“Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor,
Lakin vatandan ayrılışın ızdırabı zor.”

Vatan mefhumunu cennet ile özdeşleştiren şair ve düşünürlerimiz oldukça fazladır. Namık Kemâl’den Mehmet Akif’i Arif Nihat Asya’dan Mehmet Emin’e kadar sayılamayacak kadar şair ve düşünürlerimiz bu konuyu fazlaca yazmışlardır. Yahya Kemâl ölümün sıralı ve mukadder olduğunu ama vatandan ayrılışın azabının dayanılmaz olduğunun ifadesi nasıl açıklanır açıkçası bilemiyorum.
Ölümün asıl zor tarafının vatandan ayrılış olduğunu ifadesi acaba bu sebepten midir? Şairler mısralarında vatan ve cennet mefhumunu işlerken Cengiz Aytmatov ile bir benzerlik taşıyorlar mıdır? Öyle ya Aytmatov’da topraklarını tasvir ederken sanki cenneti tarif ediyor gibi değil mi? Demekten kendimi alamadım. 

Kısa veya uzun ayrılıkların, hele vatandan ayrı olmanın, benim gibiler için oldukça zor ruhi sıkıntılara soktuğunu her defasında hissediyorum. Bir müddet bu sıkıntıyı yaşarken çevreme de zarar verdiğimin farkındayım ama yapacağım bir şey olmadığını da biliyorum. Mecburi bir vazife için kısa süreliğine vatandan ayrı kalmanın hüznü içimde olsa da bunu dostlarımla paylaştım. Cennet vatan içinde olsam da olmasam da cennettir. Cennet olduğunu bütün duyularınızla bildiğiniz topraklardan bilerek ayrılmanın ne demek olduğunu ben tam olarak bilemiyorum. Allah, bu duruma düşürmesin. Ya vatanın cennet olduğunu bilmeyenlerin gönüllü kölelik için vatanlarını terk edişlerine ne demelidir? Bu sorular uzayıp gider. Aklıma gelen bütün bu sorulara ve benzerlerine kayıtsız kalarak kendi neslimi düşündüm. Doğrusunu isterseniz Türkiye’nin bu altın neslinin vatan anlayışını bütün bir dünyaya asla değiştirmem.

.