Bugün, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutladığımız bu özel gün, aslında geçmişin daha gür sesli bir adını taşırdı: “Hâkimiyet-i Millîye Bayramı”. Ne zaman ki 12 Eylül’ün gölgeli günleri geldi, o köklü isim silindi, yerine bugünkü ifadesi yerleştirildi. Oysa o eski ad, yalnızca bir bayramı değil, bir milleti ayağa kaldıran iradenin ta kendisini işaret ederdi. Kelimeler, yitik hazineler gibidir; kaybolunca, anlam da eksilir.

Bu bayramın hikâyesini merak edenler, meraklarını açık kaynakların aydınlığında giderebilir. Fakat hisleriyle okuyanlar bilir ki bugün, sadece çocuklara değil; toprağın, tarihin ve milletin ruhuna emanet edilmiş bir şuur günüdür.

İstanbul’a taşındığımdan beri kiralık bir evde oturuyorum. Evimin yanı başında, sabahın sessizliğini delen bir ilkokul var. Her sabah o tanıdık zili duymadan uyanırsam, sanki bu şehirde değilmişim gibi gelir. Pazartesi sabahları evden esas duruşta bulunarak İstiklâl Marşı’na iştirak ederim. O günleri yaşamak istediğimden değil. Öyle olmamız gerektiğine inandığım içindir. Sanki çocukluğun neşesi, milletin sesi yokmuş gibi. Evin dışından gelmesini en çok istediğim iki ses var: biri göğe yükselen ezan, diğeri sınıflara çağıran okul zili. Bu iki ses, bir milletin sabah duası gibidir bana.

Kırk iki yıl boyunca sınıflara girdim, koridorlarda nöbet tuttum, çocuk sesleriyle harmanlanan bahçelerde yürüdüm. O günler, ömrümün kalabalık hatıra defterinde en çok sayfa ayırdığım zamanlardı. Bu yüzden zil sesi benim için bir ses değil, hafızamın kalbinde atan bir nabızdır. Biz o sesi sadece işitmedik; hayatımızın ritmine dönüştürdük.

Her sabah evden çıkarken gözüm okul bahçesine kayar. Koşan, oynayan, bağıran, top peşinde neşeyle savrulan çocukları izlerim. Aralarındaki öğretmenleri tanırım bakışlarından. Birkaç saniyelik bir göz temasında bile mesleğin o özel yorgunluğunu ve eşsiz heyecanını fark ederim. Bazen öylece dururum, sonra içimden bir ses fısıldar: “Git, karış aralarına…”

İçeri girsem, biri beni durdursa mı? Zannetmem. Çünkü bir öğretmen, görevinden emekli olur ama öğrenciden asla. Tahtaya tebeşiri sürerken kendiliğinden konuşmaya başlayan kelimeler hâlâ zihnimde sıra bekliyor.

Bugün, 22 Nisan 2025. Sabah evden çıktım. Son üç gündür okulun bahçesinde bir platform kurulmuş. Üzerinde bir öğretmen, elinde mikrofonla çocuklara komutlar veriyor: “Şöyle dur, bayrağı daha dik tut, omzunu düzelt…”

Sesi evin içindeyken bile seçiliyor; çünkü sadece ses değil, bir heyecanın, bir sevdanın yansıması o. Tören provaları, yalnızca birer prova değildir aslında; bir milletin hatırasını gelecek kuşaklara nakşetmenin ritüelidir. Yorucudur ama yüreği olan için tatlı bir yorgunluktur.

Okul duvarının önünde durdum. Platformun üzerinde, ellerinde bayraklar olan çocuklar belli hareketleri yapıyor. Gözüm onlardan ayrılamadı. Sonra birkaç öğrenci, ellerinde kâğıttan küçük bayraklarla yanıma geldiler.

Baktım, gözlerinde pırıl pırıl bir sevinç, yüzlerinde bir görev adamlığı. Öğretmenlik damarım hemen kabardı. Karşımda öğrenci bulmuşum; artık durur muyum? Konuşmaya başladık. Ellerindeki bayraktan, okulun öneminden, bayramın manasından bahsettik. Soru sordum, cevap verdiler. Sohbetimiz küçük bir meydan dersi gibi oldu. Sadece öğretmedim, aynı zamanda öğrendim. Bayrak ile hangi şiirleri bildiğini bile sordum. Keşke telefona kaydetseydim. “O mübarek bayrak işte bu bayrak”, “Ey mavi göklerin” diyerek başladılar birbirleri ile yarışırcasına.

Bayramda herhangi bir görevleri olmamasına rağmen taşıdıkları heyecan öyle büyüktü ki, içimde tarifsiz bir sevinç yükseldi. O sevinç, zamanın pasını silen bir umut gibiydi. Bu çocuklar, yalnızca birer öğrenci değil; bir milletin şuurunu taşıyan küçük sancaktarlar gibiydi.

Gurur duydum. İçim kabardı. Sanki onların söylediklerini ben öğretmişim gibi hissettim. O an anladım ki, bazı bilgiler kitaplardan değil, kalpten geçer.

Okulun etrafında yükselen apartmanların camlarında asılı bayrakları gördüğümde, bu mahallenin millî günlere gösterdiği incelikli duyarlılığı bir kez daha hissettim. Bazen bir pencereye asılan bayrak, bir milletin kalbine asılmış bir şiir olur.

Ve anladım ki millet olmak, sadece aynı dili konuşmak değil; aynı hatıraları sevmekle mümkündür. Maziyi anlamadan, geleceği inşa edemezsiniz.

Geçmişe saplanıp kalmak ne kadar yanlışsa, onu inkâr etmek, küçümsemek de o kadar tehlikelidir. Her ikisi de milletin yoluna kurulan tuzaklardır.

İmparatorluktan millî devlete geçişin simgesi olan bu bayram, yalnız çocukların değil; bir milletin kendine verdiği en büyük sözdür:
“Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Türk Milletinindir.”
Bu sözü bayrak gibi göğe kaldıran her çocuk, aslında geleceğe selam durur.

Dilerim ki hepimiz, çocuklarımız ve torunlarımız için bayramlarımızın gerçekten bayram gibi yaşanacağı imkânlar hazırlarız.
Devlet ebed müddet… Bu söz, göğe yazılmış bir duadır.
Ve bizler, bu büyük bayramın şuuruna sahip nesillerle birlikte, her 23 Nisan sabahı yeniden doğarız.