Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan bu yana çeşitli ideolojiler temelinde gerek ayrılıkçı gerekse yıkıcı hedefte buluşan örgütlerle mücadele etmiş ve etmektedir. Devletimiz kurulduğu günden bu yana siyasi egemenlik sınırlarının coğrafya ile bütünleşmesi adına sürekli engellerle karşılaşmıştır. Daha düşük yoğunluklu ayaklanmaları dikkate almazsak, cumhuriyet tarihinde bugünkü tabiri ile terör örgütü olarak tabir edilecek yapıların ele başları başlıkta yer almakta olup, geçmişte bastırılmış olan isyanların halen etkilerini ve bu yönde aykırı sesleri görüyor ve duyuyorken, henüz tasfiye edilmiş bir örgütün ele başı geçtiğimiz günlerde hayatı yargılanmadan son bulmuş, elimizde henüz sona ermemiş ancak ülke sınırları içerisinde marjinal seviyenin de altına inmiş bir örgütün ele başı bulunmaktadır.
Bu elebaşlarından Şeyh Sait, Türkiye Cumhuriyeti’nin Misak-ı Milli sınırları içerisinde yer alan Musul ve Kerkük vilayetlerinin ülkeye dahline ilişkin Lozan’da İngilizlerin oyalamasıyla çözülmemesiyle, belirsizliği hakim ancak devlet olarak mücadelemiz sürerken, tam da bu süreçte, 1925 yılında kimine göre etnik temelde bölücü, kimine göre de dini temelde yıkıcı bir ayaklanma çıkararak devletin imkan ve kaynaklarının bu isyanın bastırılmasına harcamasıyla Misakı-ı Milli sınırlarının güneydoğu hattı maalesef bugünkü haliyle kalmıştır. Sonunda bu isyanın muharrikleri yargılanmaları sonucunda hain olarak idam edilmişleridir.
1930lu yılların sonunda ise, bugünkü Tunceli ilinin kırsal kesimlerinde Seyit Rıza diye bir isyancı çıkmış ve kendi aşireti ile birkaç aşiret de bu isyana dahil olmuşlardır. Özü itibariyle 1800lü yıllarda çıkan Vilayet Nizamnamesi ile bu bölgenin devlet otoritesi ile ilk defa karşılaşmasının etkilerinin nihai sonucu olarak bu isyan çıkmıştır. 1938 yılında bu isyan bastırılmış, Seyit Rıza ve beraberindekiler hain olarak idam edilmişlerdir.
Vakayı Hayriye’den bu yana toplumun ve ordunun ekseninde ciddi bir değişim meydana gelmiş, Bektaşi anlayışıyla muteber Yeniçeri Ocağının kaldırılmasıyla bu anlayış da son bulmuş yerine sunni temelde tarikatların egemenliğinin önü açılmıştır. Bugüne kadar süregelen iktidar kavgalarının içeriğinde tarikatlar da yerini alma çabasına girişmiştir. Kazım Karabekir’in "Tarikatlar ve cemaatler emperyalizmin ileri karakoludur." sözünü hatırlatarak, güncel olarak dini temelde bir cemaat olarak kendini tanıtan bir yapılanma olan ve “Gülen Cemaati, Hizmet Hareketi” gibi isimlerle adeta lansman sunumuyla kendini ortaya koyan bir örgüt, gün geçtikçe devletin önemli sinir uçlarını kontrol altına alan bir paralel yapılanma haline geldi. Aslında bu tehlikenin göz göre göre geldiğini belirterek, nihayetinde 15 Temmuz 2016 tarihinde bir darbe girişimi ile ele geçirmeye çalıştığı bu bedeni ortadan kaldırıp tamamen kontrolü altına almaya çalıştı. Şükürler olsun ki, başarılı olmadılar. Ancak halen daha birtakım travmaları devam eden bir süreç yaşamaktayız. Bu terör örgütün ele başı geçtiğimiz günlerde yargılanamadan ABD’de hayatını kaybetti.
Elimizde terör örgütünün ele başı olarak Abdullah Öcalan kaldı. Hem de idam cezası almışken, yaşanan süreci uzun uzadıya izah etmeden, bir şekilde askıya alınarak ağırlaştırılmış müebbette dönen cezasını İmralı’da çekmektedir. Örgüt çizgisinde yer alan siyasi uzantılarının bir vekili tarafından bu ele başını cezaevinden çıkarmaya yönelik olarak koşullu salıverme yasağı olanların 25 yılını dolduranlar hakkında bu yasağın kaldırılması yönünde kanun teklifinde bulunduğunu biliyoruz.
Şimdi bu elebaşının yaşı da ilerledi. Gerçi yaklaşık on yıl önce aynı siyasi partinin bir mensubu daha cezaevindeyken yaşlıdır diye çıkarılması sağlanmış ve şimdi de bir büyükşehir belediye başkanı olduğuna ne yazık ki tanıklık etmekteyiz. Terör örgütünün ele başının çıkarılması hesapları ayrı bir tartışma konusu iken içerde kalmasına devam ettiğini düşünürsek bu faninin de bir gün öleceği aşikardır. Yukarıda bahsi geçen Şeyh Sait ve Seyit Rıza’nın mezarlarının yeri biliniyor olsa inanın yerine taraftarları anıt mezar yaparlardı. Çünkü bu zihniyetin zürriyeti halen daha yaşamına devam ediyor. Bu durumu göz önünde bulundurarak Devletin en önemli hazırlığı bu elebaşının ölmesinden sonrasına dair olmalıdır.
Bu gerçeklerin farkında olarak, geçtiğimiz hafta Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 101. yıldönümünü geride bıraktık. Gündeme yansıyan bir hadise, Trabzon ilinde bir gazimizin Cumhuriyet Bayramı törenlerine davet edilmemesi olmuştu. Yetkili bakanlığın bu konuda açıklama yapması ve ilgililerin hesabını vermesi gerektiğini ifade ederiz. Hainler yüzyılı aşan hadiseleri belleklerinde diri tutarak kendi nesillerini intikam hırsıyla yetiştirdiğini görüyorken, bizim baş tacımız olan gazilere gözden kaçmaması gereken bir ilgi ve alakayı gösteremiyorsak, haksızlar haklı olduklarını daha güçlü ses çıkararak ortaya koyacaklardır. Hain ile pazarlık taviz getirir…