“Nerede o eski Ramazanlar?” diyenlerin sesi giderek azalıyor ama eminim ki arkadan gelen nesiller de bir gün aynı soruyu soracaklar: Nerede kaldı o eski Ramazanlar? Çünkü her kuşak, mazinin gölgesine sığınarak hatıralarında bir cennet kurar ve geçmişi bugüne kıyasla daha parlak görür.
Oysa zamanın kumaşı her çağda farklı dokunur. Devir değiştikçe iklim de değişir, alışkanlıklar başkalaşır. Fakat Anadolu’nun her köşesinde Ramazan ayının gelişi hâlâ bir bayram sabahı gibi karşılanıyor. İstanbul’un kendine has coşkusunu bir kenara koyarsak, şehirler Ramazan’ı neredeyse birbirinin yankısı gibi selamlıyor. Cem Bayındır’ın Harput Ramazanlarını anlattığı Turan Gazetesindeki (24.02.2025) enfes yazısını okumanızı öneririm; Erzurum’un Ramazanlarını dinlerseniz, orada da aynı eskiye özlemle titreyen sesleri duyarsınız. Fakat sorulması gereken asıl soru şu: Şehirleri ışıklarla süslemek Ramazan ruhunu gerçekten yaşatıyor mu? Sanatın, estetiğin, gönül süslerinin nakşedildiği o eski şenlik coşkusunu bugün daha ileri bir noktaya taşıyabiliyor muyuz?
Takvim yaprakları 1445 defa Ramazan’a şahit oldu. Bu kutlu zaman diliminde oruç, insanı sabır ve şükür deryasında salınan bir sandal gibi taşır. Fakat biz, dalgalara kapılıp kaybolmak yerine, Ramazan’ın engin anlamını keşfetmeyi seçmeliyiz. Bize ait sandığımız her şeyin aslında birer emanet olduğunu idrak edebilirsek, veren el olmanın saadetini hiçbir dünya nimetiyle değiştiremeyeceğimizi de anlarız. Ve işte o zaman, her oruçlu insan, ışık saçan bir güneş gibi olur.
Başa dönersek… Ben de “Nerede o eski Ramazanlar?” diyenlerdenim. Herkesin bu sözleri söylemek için bir sebebi, bir hatırası vardır. Çocukluğumda teravih namazlarını hiç kaçırmaz, her akşam farklı bir camiye koşmanın telaşını yaşardım. O çatılar altında eski dost yüzlere rastlamak, kelimelerle anlatılamayacak kadar tarifsiz bir mutluluktu. Şimdi ise şehirlerin büyüyen gölgeleri, o eski sıcaklığı benden çalmış gibi…
Eskiden Ramazan ayı gelince, on bir ay boyunca bu ayı bekler gibi, alkolü terk edip her akşam camiye koşanları bilirim. Oruçlu olup olmadığı sorgulanmaz, çünkü oruç, yalnızca mideyi değil, dili, gözü ve gönlü de terbiye ederdi. Şimdi ise modern şehirlerin soğuk caddelerinde Ramazan ruhu giderek soluyor.
Kimseyi yargılama hakkımız yok. Ancak Ramazan’ın bizi bir araya getiren manevi sofralarının, gösterişli ziyafet masalarına dönüşmesi; bolluk içinde birlik ve sabır nutukları atılması, oruçlunun inceliğine yakışıyor mu? Televizyon ekranlarında reklamların kıyasıya yarıştığı, ihtişamın ve gösterişin ibadet gibi sunulduğu bu çağda, Ramazan’ın sadeliğini ve ruhunu ne kadar yaşatabiliyoruz? Tarih ve din, geçici çıkarların terazisinde tartılırsa, sonunda kazanan kim olacak? Zaman, bu sorunun cevabını er ya da geç gösterecektir.
Ramazan, yalnızca açlıkla sınandığımız bir zaman dilimi değildir; o, ruhumuzu en kuytu köşelerimize kadar aydınlatan bir kandildir. İnsan, hayvan ve tüm canlılara karşı merhametin arttığı bir rahmet ayıdır. Ve bu, Ramazan’ın en büyük mucizelerindendir.
İnsan, yemek ve içmek alışkanlığını belli bir süre erteleyerek bile büyük bir imtihan verir. Oruç, işte tam da bu yüzden ruhun en kıymetli gıdasıdır. Onun gölgesinde sabır ve şükür tomurcukları açar; insanın iç dünyası Ramazan ayında adeta bir bahçeye dönüşür.
Öyleyse, orucumuzu kutlu bir emanet gibi taşıyalım. Ve belki de bu Ramazan, teravihlere yalnız gitmeyelim. Çocuklarımızı, torunlarımızı da yanımıza alalım; çünkü bir gün onlar da “Nerede o eski Ramazanlar?” diyecekler… 28.02.2025