Peter Shaffer’in 1979’da yazdığı müzikal bir sahne oyunudur. Türkiye’de yazıldığından beş sene sonra sahnelenmeye başlanan oyun, seyircileri ile buluşmaya halen devam ediyor. Şimdiye kadar kaç defa sahnelendiğini hesaplamak isteyenler araştırabilir. En büyük gösteri salonlarının sahnelerinde seyirci ile buluşan oyunun, dolu koltuklarla devam eden gösteri macerası ilginin daha da devam edeceğini göstermektedir. Evrensel bir yaratılış ancak bu tarz etkinliklerle anılmaya devam ederken, verdiği metafizik haberleri anlamaya çalışmanın merakı olarak düşünülebilir. Metafizik haberleri merak edenlerin başvurdukları araçlar arasında müzik birinci sırada yer alır. Bu satırları okuyanlar, yazının başlığından Avusturyalı müzisyen Mozart’ı kastettiğimi anlamışlardır.

Peter Shaffer, 1979’da yazdığı ve Wolfgang Amadeus Mozart’ın dramatik hayatını konu alan eserinde insanlara Tanrı, tabiat, akıl ve erdemin haberlerini taşımanın ancak bir görev sonucu mümkün olabileceğini anlatmaya çalışmıştır. Mozart’ın hayatı, sürekli bir sorgulama ve mücadele ile şekillenmiş bir trajedi gibidir. Bu sorgulamalar, onun müzik aracılığıyla Tanrı’nın varlığına bir cevap arayışı gibidir.

Gençlik yıllarımda Mozart’a ilgi duyduğumu hatırlıyorum. Notaların insan beyninde ve ruhunda gezerken neler hissedebileceğimi kestirebiliyordum. İtiraf ediyorum ki o zamanlar için Mozart veya diğer Batılı müzisyenleri anlamaya çalışmak bizim için çok uzak bir rüyaydı. Aslına bakarsanız, kendi müziğimizi de tam anlamamıştık ya da müzikten ne almalıyız bunun farkında değildik. Mozart’ a ilgi duymamın sebepleri arasında “Türk Marşı” adlı bestesiydi. Türk kimliğimizi elbette başka kaynaklardan almış ama bu eser de bize başka duyguların meydana gelmesine sebep olmuştu. 

Kendi payıma bunu itiraf ediyorum. Ancak bir yerlerde duyduğum melodiler, ruhumun derinliklerinde bir kıpırdanma yaratıyor, beni bilmediğim diyarlara sürüklüyordu. Sonraki zamanlarda bu düşüncenin kısmen değiştiğini görüyorum.

Peter Shaffer, “Amadeus” isimli müzikli sahne oyununda bu eşsiz müzik dehasının hayatını kaleme alarak nesillerden nesillere aktarmayı başarmıştır. Bu eserin daha uzun süre sahnelerde kalacağına inanıyorum. Kırk yıldır Türkiye’de sahnelerden inmiyor. Hangi sanatçılar oynamadı ki? Uzun zamandan beri kovaladığım bileti nihayet bulmuştum. 700 kişilik salon tamamen dolmuştu. Seyircilerin de oyunun bir an önce başlama telaşı olduğu her hallerinden belliydi.

Açıkçası tiyatro seyircilerini çok seviyorum. Sebebi, ne için geldiklerini biliyor ve ona göre davranıyorlar. Son derece şık ve kibar beyler, hanımefendiler nezaket yarışına girmişçesine davranışlarıyla çok kalabalık ve kakofonik bir yerde yaşıyorsanız, özlediğinizi hemen anlarsınız. İşte bu atmosferde kendimi, müzik ve tiyatronun büyülü dünyasına teslim etmeye hazır hissettim. Oyun 2.5 saat sürdü. “Amadeus” ve ebedi düşmanı “Salieri” arasında geçen mücadele üzerinden Mozart’ın hayatı ve besteleri yorumlanarak sahnelenmiştir.

Oyunun sonunda, Mozart’ın bestelerinden gelen melodi kalbimde yankılanıyor, salondan çıkarken bile ruhumu bir tür huzur ve hayranlıkla dolduruyordu. Sanatın işte bu büyülü etkisi, insana bambaşka bir boyutun kapılarını aralıyor. Beş yaşında beste yapmaya başlayan önü alınamaz müzik dehasının Avusturya sarayına müzisyen olarak işe alınması hadiselerin başlamasına vesile olur. Babası da bir besteci olan Amedeus kısa zamanda Avurpa’nın çeşitli yerlerine giderek ünlenmeye başlaması sarayın baş müzik danışmanı Salieri’yitedirgin eder. Hadise bu şekilde gelişip gider. Salieri de büyük bir bertekârdır en çok kendisinin şöhret olmak ister ve rakip tanımaz bu sebepten düşmanlık beslemeye başlar ve nihayet saraydan kovulmaya kadar varan bir sonuç ortaya çıkar. Bütün hayatı ya da hayatının her anı notlarla dolu olan “Amadeus” sarayda çıktıktan sonra perişan bir hayat sürer ve yoklu içinde ölür. Ölmeden önce bestelediği Requim rüyası mı yoksa bestenin kendisinde yarattığı hayaller mi artık hangisi ise en ünlü eseri ve batı müziğinde rakibi olmayan bir eserdir. Requim yani kendi ölümüne ağıt yakarak ölmüştür. Ölmeden önce uçuk istekleri ve davranışları unutuldu ama eserlerinin daha ne kadar devam edeceğini kimse bilemiyor.

5 Ocak… Hem Adana’nın kurtuluşu, hem Arif Nihat Asya’nın “Bayrak” şiirini yazdığı, hem de 5 Ocak 1975, o büyük şairin ebediyete uğurlandığı gündür. Bir şairin hayatındaki bu tarihler, belki tesadüflerden ibarettir, belki de ruhunun derinliklerinde başka bir anlam taşır. Ama bir gerçek var ki; Arif Nihat Asya’nın bizler üzerindeki izlerini, kelimelerle anlatmak, yazıyla ifade etmek asla yeterli olmaz. O izler, ancak yürekte hissedilebilir. Şimdi, “Amadeus”u izlerken, o büyük eserin, Mozart’ın ruhunu yansıtan Requiem’inidinlerken, Arif Nihat Asya’nın “Ağıt” şiirinin yüreğimdeki yankılarını daha bir derin hissediyorum. Her iki eser de görünüşte farklı amaçlarla yazılmış gibi gözükse de, aslında birbirlerine ne kadar yakın, ne kadar benzer olduklarını fark ediyorum. Bir yanda Mozart’ın, bir yanda Asya’nın acısı, kaybolan zamanın, ölümün ve duyguların derin izlerini taşıyor. Ve o an, 5 Ocak’ta, Arif Nihat Asya’nın şiirinin hayatındaki anlamını, içimde bir bağ kurarak daha iyi anlıyorum. Onun en çok etkilendiğim, belki de Bayrak’tan önce ezberlediğim şiiri, “Ağıt”tır. O şiir, içimde bir ağıt gibi çalar, hep derin bir hüzün bırakırken ötelerden seslerin beynimde ve hayalimde gezdiğini hissederim. Dicle’yi, Fırat’ı, Aras’ı, Caber’i, Nil’i, dahası Tuna’yı hayal ederken ruhumu dinlendiririm desem abartmış olmam. Arif Nihat Asya’nın vuslat varışının 50. Yılı sebebi ile İstanbul’da çeşitli etkinlikler oldu. Bunlar arasında tanıdığım dostların davet ettikleri bazı sohbetlere katılabildim. Ancak 5 Ocak günü çok değerli bir arkadaşımın oğlundan bir mesaj aldım. Kürşat isimli gencimiz mesajında çocukluğunda babasının kendisine ve kardeşlerine “Bayrak” şiirini ezberlettiğini yazdı. Sonraki zamanlarda başkaca şiirlerini de ezberlemişti. Bende Kürşat’a: “Sizle şanslı nesilsiniz ki bizler sizlere bunun gibi şiirleri ezberlettik.” dedim. Bizim neslin hemen her anne ve babası evlatlarına veya torunlarına güçleri yettiğince Arif Nihat Asya’nın şiirlerini öğretmeye mutlaka çalışmıştır. Ancak bundan sonraki neslin nasıl bir hal alacağından emin değilim. “Amadeus” ve Arif Nihat Asya aynı güne denk gelmesi Ağıt değildi tabi.

Arif Nihat Asya, edebi sohbetlerde en çok bahsedilen şairlerimizden olmasının sebebi olarak kelimelere yerinde yüklediği manalar ve bu manaların düşündüren, yüreklendiren ifadelerdir. Her 5 Ocak günü mezarına gidip kendisinin yazdığı naatı okumayı vazife sayan çok az kalmış talebelerinden Lokman Abbasoğlu bu sene 5 Ocak’ta sadece 8 kişi olduklarını ifade ederken üzüntülüydü. Edebiyatımızda ya da manevi dünyamızı süsleyen kaç kişi naat yazmıştır? Birisi Süleyman Çelebi, biri de Arif Nihat Asya. Halkımızın giderek sanata ve edebiyata karşı ilgisizliği hepimizi derin derin düşündürmelidir.

7 Ocak günü Yüzyıl Üniversitesi öğretim üyesi dostum Erol Ülgen’in daveti ile Arif Nihat Asya’yı anma toplantısına gittim. Konuşmacılar Erol Ülgen, Mehdi Ergüzel, Metin Karaörs idi. Erol Ülgen; Kıbrıs yıllarını ve burada yaptığı çalışmaları anlatırken, Kıbrıslı şair ve yazarların Arif Nihat Asya’nın millî şuurun uyanması ve Türk gençlerindeki üzerindeki çalışmalarını anlatırken Kıbrıs rubailerinden örnekler vermesi ile sohbetin zenginliğini arttırdı. Mehdi Ergüzel hocanın şiir anlayışı, bu şiirlerin etkileri konusundaki açıklamaları oldukça etkileyiciydi. Metin Karaörs 80 yıllık ömrünün en heyecanlı konuşmasını yapıyormuş gibi bir heyecanı vardı. Gençliğinden kalan enerji ile şiirlerini okuması sırasındaki ses tonu ve duygulu halini görmek bizleri de oldukça duygulandırdı. Metin Karaörs ile birlikte Arif Nihat Asya şiirleri okuduk. Türk kültürünün bu zirve ismini mütevazi anma toplantıları ile anmanın çok vahim olduğunu düşünenlerdenim. Millî heyecanımız ve mirasımız hiç kimsenin muarızı değildir. Tam tersidir. “Amadeus”u zevk-i selim ve ibret ile seyrederken hiçbir önyargıya kapılmayan bir cemiyetin insanlığa ne kadar faydalı olabileceğini düşünmek her vicdan sahibinin vazifesidir. Kendi değerlerimiz etrafında kenetlenerek geleceğe daha ümitle bakmak hakkımızdır. Bu hakkımızı kullanmanın zevkini yaşamak millî bir vazifedir.