Uzun zamandan beri karşılıklı görüşme imkânımız olmamıştı. Zor zamanlarda birlikte olmuş, mesai harcamış, aynı sevinçleri ve acıları birlikte tatmıştık. Hayat şartları karşısında ortak mücadele günlerimizden geriye yalnızca hatıralar kaldı. Kendimizi bu hatıralarla avutmaya çalıştık. Zaman zaman kısa sohbetler yapsak da, eskisi gibi lezzet alamıyor ya da eskilerden konuşmaktan kendimizi alıkoyamıyorduk. Nasıl konuşulmasın ki? Bunca zaman birlikte hep acı ve ümit dolu günleri yaşamıştık.

Birlikte geleceğe dair tasavvurlarımız vardı. Aydınlık ufukların doğacağı günü iple çekiyorduk. Türkiye dışında yaşayan soydaşlarımızın sayısı, bizim üç katımız kadardı. Bir gün onların da bizim gibi özgür olacağına inanıyor ve bunun için çaba harcıyorduk. Bir şeyi hesap etmemiştik. Acaba biz özgür müydük? Bu soruyu kendimize sormadık. Ya da sormak için zamanımız olmadı. Tozlu, sisli, karanlık zamanlarda kim neyi düşünebilirdi ki. Ancak birileri çıkıp "Bu sizin işiniz değil, yaptıklarınız karşılığında ne verirsek ona razı olacaksınız," diyerek bizi birbirimizden zorla ayırana kadar. Zor oyunu bozdu ama sonrası meçhuldü. Bunca yaşanmışlıklar siper arkadaşlığı bir anda sütre gerisine çekildi. Kimsenin kimseden haberi olmadı. Zihni karanlıklar inanan için daha zormuş meğer. Her birimizin sesi ayrı yerlerden çıktı. Birbirimize bile ters baktığımız zamanlar oldu. Fikri selimlerin yerini dünyevi arzular her değeri çiğnemeye başladı. Alperenlikten nereye gelmiştik.

Ayrılıkların ardından erdem, fikir ve akıl ayrılıklarını da yaşayarak gördük. Zaafları ya da dünyevi çıkarları peşinde koşanları görünce, "İçimizde neler barındırmışız?" demekten kendimizi alamıyorduk. Mustafa Kutlu’nun Huzursuz Bacak kitabını okumadan önce bile, bazılarımızın gördüklerimiz ya da işittiklerimiz karşısında bacaklarımız titrerdi. Bu uzun hikâyeyi anlatanlar olmuşsa da, neredeyse tamamı kendilerini merkeze alarak hâlâ kahramanlık peşinde koştuklarını görünce içimiz burkuluyordu.

Yazının girişinden kimden bahsettiğimi benimle aynı dönemi yaşayanlar çoktan anlamışlardır. Namık Kemal Zeybek ismi elbette herkesin bildiği bir isimdir. Onu, Bursa’da Keles Kaymakamlığı yaptığı yıllardan tanıyorum. Bu tanışıklık, o günkü şartlarda bir kaymakamın sizinle aynı duygu ve düşünceleri paylaşması kadar heyecan vericiydi. Duygularımızın ortak olduğu bir devlet yetkilisinin varlığı heyecanlanmamızın sebebiydi. Türkiye de bizim gibi düşünen devlet görevlerinin isimlerinin tamamını biliyorduk.

Tam hatırlamıyor olabilirim, ancak tahminimce 1973 yılıydı. O günden sonra aralıksız devam eden görüşmelerimiz, daha sonra "eğitimciler" seminerleriyle sürdü. Sonrası ise hepimizin malumu; durdurulmamız üzerine her birimiz binlerce yere dağıldık ve herkes kendi başımızın çaresine bakmaya çalıştık.

Namık Kemal Zeybek, içimizde en çok okuyan kişiydi. Kitap listeleri vererek okumaya teşvik ederdi. Daha çok okuyanlar da vardı, ancak okuduklarından anlam çıkararak bunları hayata aktarmak herkesin harcı değildir. Namık Kemal Zeybek, uzun hapis yıllarından sonra politika yolunu tercih etti ve bu süreçte Kültür Bakanlığı makamına oturdu. Bana göre bu makama oturmasının sebebi geçmişteki kimliği değil, taşıdığı kültür hazinesiydi. Cumhuriyet tarihimizin "efsane kültür bakanı" olarak anıldığını söylesem, asla abartmış olmam. Kültür Bakanları arasında Türk milletinin kültür hayatını ilgilendiren sayısız icraatın hazırlayıcısı ve uygulayıcısıdır.

Bir bakanlık denemesi daha oldu. Bakanlıkları sırasında başarılı işlerini aşan daha önemli bir vazife üstlendi. Ahmet Yesevi Üniversitesi’nin kurucusu olarak, Türkiye ile Türk dünyası arasında kurulan köprünün ilmî temelini attı. Türk dünyası ile Türkiye arasında binlerce öğrenci ve öğretim görevlisi değişimi yaşandı. Türklüğün İslam’ı anlamasının kutbu olan Hoca Ahmet Yesevi’nin hikmetlerini, neredeyse bütün Türk dünyasında yeniden gündeme taşımayı başardı. Bizim neslimiz, Fuat Köprülü’den okuduklarıyla yetinmişti. Namık Kemal Zeybek ile dünyanın neresinde bir Türk aşığı varsa, Ahmet Yesevi hakkında bilgiler toplamaya, deyişlerini ezberlemeye ve öğrencilerini tanımaya yöneldi. Bu da fikir hayatımızın kaynağının neresi olması gerektiğini bize işaret ediyordu.

Bana göre yaptığımız yanlışlardan biri de kişilerin günahları karşısında, bu günahların bedelini ödemesini istemektir. Hem sevapların hem de günahların karşılığını ancak yaradan verir. Bazılarının bu konular üzerinden karalama yapmalarını hazımsızlık, art niyet ya da başka gereksiz sebeplerle açıklamak zorundayız.

Namık Kemal Zeybek’in icraatları kültür hayatımızın ve gençliğimizin üzerinde büyük tesirler bıraktığı ortadadır.

Başta söylediğim sebeplerden dolayı uzun yıllar görüşemedik. Bir vesileyle İstanbul’da birkaç saat dostlarla birlikte olduk. Yaptığı işlerden daha çok eski dostları yâd ettik. Rahmete kavuşanları Fatiha’larla anarak dualar ettik. Ne güzel günlerdi, konusunda hemfikirdik. Alparslan Türkeş’ten Gün Sazak’a, Galip Erdem’den Dündar Taşer’e, sohbetin mevzusunda kimler yoktu ki? Ahmet Er’e ayrı bir sayfa açtık. Saatlerce süren sohbet sonunda, zamanın ne kadar çabuk geçtiğini fark etmedik bile.

Elimize birer kitap tutuşturdu. Yazdıklarını takip edenlerden biriyim. Hepimizin bildiği ilk kitabı Ülkü Yolu ile başlayan yazma macerası hâlâ devam ediyor. Bana verdiği kitabın adı ALPAGUTLAR idi. En hızlı okuduğum kitaplar arasında ilk sıraya oturdu. Heyecanla okudum; oturduğum yerde okumaya başladım ve kalktığımda kitap bitmişti.

İnandıklarımızı bir zamanlar efsane olan “EĞİTİMCİLER” kadrosu misyonu ile “ALPAGUTLAR" arasında çok fazla benzerlik olması dikkatimden kaçmadı. Anlaşılan neredeyse hepimiz o özlemle eski günleri aramaktayız.

Samimiyetine güvenerek dostların birbirlerine tavsiyeleri samimiyetin bir ifadesidir. Bende samimi duygularımı bu vesile ile yazarak anlatmak isterim. Politika da başarı ölçüsü aldığın oy oranıdır. Cari olan görüş budur. Bunun içinde mali gücün güçlü olması gerekir. Mali gücü olmayanları politik başarıları yakın tarihe baktığımızda çokça görürüz.Bu görüş mevcut şartlarda çoğumuza göre nakıstır. İnsanın daha fazla başarılı olacağı bir işe emek vermesi en güzelidir.

Keşke hep kitap yazsa, konuşmalar yapsa, politika yapmasa. Kendisine de söylemek istedim ama bu yazıyla dile getirmiş olayım. Türkiye’de hangi politikacı oturup kitap yazıyor. Anlattıkları ve söyledikleriyle, bir politikacıdan çok hâlâ bir kültür bakanı gibi hareket ettiğini söylemeliyim.

ALPAGUTLAR kitabına gelince; Türk inanç hareketinin heyecan ve ümit dolu yolcuklarından Türk dünyasının yayıldığı bölgeleri de tanıma imkânı elde ediyoruz. Türkistan’dan Harezm’e, Horasan’dan Anadolu’ya, Balkanlara ve Kıpçak yaylalarına Yesevi Alpagutlarının maceralarını okuyucuyla buluşturarak, zevkli ve heyecanlı bir yolculuğa davet ediyor. Alpagut tabirini daha çok Alperen olarak kullandığımızı ifade etmeliyiz. Ahmet Yesevi dergahından kuşaklarının arasında sakladıkları tohumları gittikleri topraklara dikerek filizlenmesine vesile olanların bir macerası olarak yazılan “ALPAGUTLAR” kültür hazinemizde müstesna bir yere sahip olacağından eminim.