Çınarın altından ayrılmak çok zor geldi. Her ayrılığın hüznünü hepimiz yaşamışız. Zaman bu hüznü kendi değirmeni içinde kısmen öğütür. Ama unutulmayacak olan hüzünlerde vardır. Onlarda bizimle büyür gider. Çınar ile hüzün birlikte olurlar mı? Ya da çınarın hüzünlü zamanları olmuş mudur? Dile gelse de konuşsa ne var ki kolları sağa sola uzatmış başını göğe erdirmiş hiçbir tepki vermeden mağrur durması insanın kendi hüznünü de bir an unutturuyor. Öylece kala kaldım çınarın altında. Birden çeşme gözüme ilişti bir daha. Öylece kendimi çeşmenin başında buldum. Şimdi cami ve çınarın arasındaki çeşmenin başındaydım. Avuçlarımı uzattım bileklerimden aşağı doğru sarkan suyun akışına gözlerimi daldırırken bir yandan da ağzıma götürdüğüm suyu kanmaya çalışarak içtim. Ne zamandan beridir avuçlarımla su içmemiştim. Çeşmelerin tekmili insanlara küsmüş gibi sularını akıtmıyorlar. Plastik şişelere mahkûm olmuşuz hepimiz. Fırsat bulmuşken avuçlamaya devam ettim. Bir yandan da başı göğe ermiş çınara gözümü dikmekten kendimi alamadım.
Çeşmeye zincirlenmiş kalaylı bakır tas yerine avuçlarımı kullanırken su ile hasret gidermek niyetim vardı. Bir daha bu fırsatı nerede bulabilirim ki? Çınarın altındaki çeşmenin suyunun nereden nasıl geldiğini Naci Kum kitabında tafsilatlı olarak anlatmıştır. Su, çeşme, çınar, cami daha ne olsun. Kendi cazibesi ile su nerede kaldı. Burada var. Daha doğrusu ben öyle istedim. Sormak da işime gelmedi. Çınarı gölgesindekileri Yalvaç beyi, Devlet hanı ve diğerlerini görüyor gibiydim. Sonra Devlethan camisine doğru hareket ettik.
Yalvaç Han bir zamanlar Salur boylarının beyi olarak burada iskân edilenlerin ebedi yurtlarında huzurla yaşamaları için bir cami mutlaka inşa etmişti. O zamandan günümüze 12. Yüz yılın sonlarına doğru inşa edilen caminin bir şadırvanı kalmış ancak orijinal halinden çok uzak olduğu anlaşılmaktadır. Günümüz ihtiyaçlarına göre düzenleme yapılırken caminin dışına bile müdahale edilmiştir. Kitabesi giriş kapısının üzerindedir. Cami cemaatinin yağmurdan etkilenmemesi için cümle kapısının üzerine yapılan saçağın altında kalan kitabeyi görmek mümkün değildir. Anadolu Türk tarihinin bu en eski damgasının gözlerden uzak tutmanın bir sebebi mi var acaba? Bunu da bir mimarlık harikası olarak düşündüm! Kitabe Ali Yüncü tarafından zamanında okunarak resmî kurumlarımıza emanet edilmiştir. Şimdilerde kitabeler ilgi duyan var mı bilmiyorum ben kısa bir araştırma yaptım. Maalesef bunlarla ilgilenen kimseyi bulamadım.
Tarihi yapılarımızın çoğunda var olan bu kitabeler aslında birer hazinedir. Anadolu’da Selçuklu ve beylikler döneminde kalma yadigârlarımızın bakımsızlıktan harap olmuş halleri arasında kitabeleri görünce yazıyı taşa nakşeden ustanın hayalini düşünemiyorum bile. Devlethan camisinin cümle kapısı saçaksız kalsındı ama o kitabe orada görünsündü. Ne diyeceğimi bilemeden cümle kapısından Devlethan’ı selamlayarak çıktım.
Camide ilk dikkatimi çeken minare oldu. Minare bana Maveraünnehir coğrafyasını hatırlattı. Maveraünnehir coğrafyasında Emevî orduları ile çarpışan Türk boylarının sonraki zamanlarda İslam’a karşı nasıl bir hüsnü kabul yaşadıkları tarihi kayıtlarımızda oldukça fazladır. Şimdilik bu tartışmanın dışında kalarak camiye dönelim. Cümle kapıdan içeri girince sadelik kokan minber ve mihrabını 3 tonuzlu yumurta biçimli kubbeler dikkati çeker. Kubbeleri taşıyan sütunların başlıklarından ve oluklarından antik dönemden kalma olduğu rahatlıkla görülebilir. Eski bir mabetten yeni bir mabede taşınmak belki de sütunlara mutluluk vermiştir kim bilir? Öyle ya kimsenin artık ibadet etmediği eski bir kalıntı olarak kalmak yerine yeni bir yerde içinde insanların dolduğu mabedi kim tercih etmez ki? Caminin sadeliğini Yalvaç Bey’in yaptırdığının yerine mi yoksa yeni bir yer mi tam olarak bilinmese de koca çınarın varlığı her şeyi açıklamaktadır. Cami duvarında bulunan antik çağlara ait kocaman taşların varlığı görenlerin hemen dikkatini çeker. Antik kalıntının izlerini taşıyan kocaman mermer parçalarının nasıl taşındıkları duvara nasıl konulduğunu hayal etmek dahi zor gibi geldi bana. Nasıl yapıldığını varın siz düşünün.
Yalvaç nereden bakarsanız bakınız Türklük kokan bir manzarası var. Bu manzarayı saklayarak günümüze kadar gelmesine imkân veren dağların huzurlu yamaçları olsa gerek. Seyrine doyum olmayan yamaçların sırtlarında kimler nasıl bir hayat sürmüş hayalini kurabilir bu esnada gönlünüzün genişlediğini büyük bir maziye sahip olmanın haklı gururunu rahatlıkla hissedebilirsiniz.
Sultan dağlarının kimi ağaçsız kalan tepeleri bile uzaktan kem gözlere haşyet vermektedir. Belki bu sebepten sorumluluğunu taşıyabilen cümlelerin altında kalmayarak onları hakkıyla uygulayanların memleketi olmuştur. Bu cümlelerin her birinin Yalvaçlıların hayatlarını görerek anlamak mümkündür. Cami çıkışlarında eline ayakkabısını alanların ayakkabılarını yere usulca koymaları dikkatimi çekince bu kanaate vardım. Mescidi Nebevi de bile insanların ayaklarına giyecekleri ayakkabılarını hoyratça yere atarak gürültü yapmaları dikkatimi çekmiş ve utanmıştım. Halbuki ecdadımız Medine’ye ulaştırdığı trenlerin hatlarına keçeler döşeyerek ses çıkmasını önlemeye çalışmışlardı. Yalvaçlıların başkalarını rahatsız etmemek ve edeben usulca ayakkabılarını yere bırakırken ki davranışları karşısında Türk asaletinin hala devam ediyor olmasından gurur duydum.
Yalvaç tabii korunaklı bir yerleşim yeridir. Cihan harbi yıllarında Harput’ta kurulan redif kışlalarının bir benzeri burada da kurulmuştur. Redif kışlaları civardaki Türkmen aşiretlerinin civanlarının vatan müdafaası için toplandıkları yer olmuştur. Redif kışlalarının yiğitleri mutlaka çınar altında toplanmışlardır. İlk defa duyduğumda içimden keşke kışla yerine çınarın altını tercih etselerdi. Zaten bütün Yalvaçlılar redif kışlalarını hiçbir zaman yalnız bırakmamışlardı. Ekmeklerini onlarla bölüşmüşlerdi. İstiklâl savaşının da merkezlerinden biri olan Yalvaç Naci Kum’un kitabının sonuna eklediği Türkülerden ve deyişlerden anlaşılmaktadır.
Çınar merakı yolumuzu Yalvaç’a düşürdü. Yolda neler görebileceğimizi önceden kestirmek mümkün olmadığını benim için uzun sayılan bu seyahat sırasında bir daha anladım. Yolun uzun olması ve yalnız yolculuk insanı bezdirir. Gördüklerimiz karşısında bir müddet oyalanabiliriz ya da hoşça vakit geçirebiliriz. Her yolun bir sonu vardır ve olmalıdır. Mademki yolcuyuz yolcu yolunda gerek deyip Yalvaç'a istemeden de veda etmek zor geldi. Daha gezecek yerler ve görülecek dostlar var sırada. Ya nasip deyip batıya doğru azimet ettik. (Devam edecek.)