Parkta yeşillikler üzerinde uzanmış yatıyordu…Hemen yanı başında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait bir bankta oturan üç gencin konuşmaları dikkatini çekti ki, sağ kulağını dikleştirdi ve onları dinlemeye başladı.
Tatlı bir meltem Marmara denizinin üzerinden geçiyor dalgaları kıyıya bırakıp geri dönüyordu, bu hafif serinlik eşliğinde denizin kokusunu içine çeken gençlerden biri, “Sivri ada buraya çok yakın, biliyor musunuz?” dedi…
Sivri ada mı ? Ben hiç gitmedim, bütün adaları gezdim ama…dedi diğer genç…
”Çok da gidip görülecek bir ada değilmiş, kayalık işte. Bir dağ zirvesi düşün, piramit gibi, suyun üstünde kalan bir sivrilikten dolayı Sivri ada demişler” diyerek Wikipedia’dan bir açıklama yapıverdi ilk konuşan genç…
Bankın diğer ucunda oturan genç arkadaşlarına dönüp şöyle bir baktı,” Sivri ada değil, Hayırsız ada!” dedikten sonra ayağa kalkıp bankın sol tarafında uzanmış olan boz tüylü köpeğin yanına doğru gitti…O ana kadar pür dikkat onları dinleyen köpek, yanına yaklaşan gençle göz göze geldi..Genç avuç içini köpeğin başına doğru uzatıp, dokundu…minik hareketlerle başını okşayıp…”Bu dostumuz var ya, Bu dostumuzun ataları, dedelerinin dedeleri, şu Sivri ada dediğiniz yerde katledildi. Ölüme terkedildi...1910 yılında yetmiş binden fazla köpek İstanbul’un sokaklarından toplanıp, teknelerle bu adaya götürüldü…Sonra bu canlar, açlıktan, susuzluktan ya birbirlerini parçaladılar ya adanın bir tarafında güçsüz kalıp öldüler…Önce çığlıkları duyuldu İstanbul sahillerinde, sonra ağır kokuları…İstanbullu bu adaya Sivri ada demez, Hayırsız ada der…”
Köpeğin yanı başına otururken konuşmaya devam etti genç, ”Bu canlar dün de bugün de bizim dostumuzdu…Mahallenin sakini…Şu ileride kardeşiyle hoplayıp zıplayıp oynayan yavru kedi gibi, denizin üstünde kahkaha atan martı gibi…Cami avlularında, meydanlarda beslemeye çalıştığımız güvercin ve kumru gibi…Bütün İstanbul’u bizim kadar tanıyan kargalar gibi…Sabah saatlerine cıvıltılarıyla eşlik eden serçeler gibi…Bunlar bu şehrin bizim kadar sahibi, tanığı…Bunlar bizim dostumuz, komşumuz…”
“Ya iyi de hepsi bir değil bu köpeklerin, çocuklara saldırıyorlar, yaşlıları ısırıyorlar” dedi ada meselesini ilk açan genç…
Köpeğin yanında oturan ve ara ara başını okşayıp sevmeye devam eden genç cevap verdi:” Biz hepimiz bir miyiz? Çocuklara tecavüz edenler, kadınlara şiddet uygulayanlar, onları rahatlıkla öldürenler…Bırak bunları İrfan, algı haberlerle bu köpekler yeni bir katliama sürülüyor. Şimdi 1910 tarihi gibi bir ada da değil ama bir nevi tutsaklık ve sonu bir şekilde ölümle sonuçlanacak bir katliam var işin sonunda…
“Tamam da Alper, sende bir şekilde algı yapıyorsun…Sonuçta sevimli de olsalar bu hayvanlar zarar veriyor çocuklara. Haberlerde görmedin mi, bir çocuğun yüzünü parçalamışlar. O çocuğu ve ailesini de düşünmek gerekmez mi ?
Alper köpeğin gözlerine dikti gözlerini, “anlamıyorlar sizi değil mi dostum. Anlamazlar, sizde anlatamazsınız derdinizi. Ben sorunu büyütüp çözümü katliama, yok etmeye taşıyanlardan bahsediyorum, onlar sorgusuz sualsiz çözüm diye sunulanı alkışlıyorlar…Sonra Sivri ada, hayırsız ada oluyor...Niye Hayırsız ada olduğunu bile merak etmiyorlar…Din iman deyince mangalda kül bırakmıyorlar ama “ah” nedir, mazlum nedir, hiç umursamıyorlar…” diye içini döküyordu ki bankta oturan İrfan ve Hasan ayağa kalktı önce köpeğin yanı başında oturan Alper’e bakıverdiler. Sonra İrfan, “Üff tamam Alper sen yine uçmaya başladın. Benim içim geçti şu ileride ki kafeye gidip bir şeyler yiyip içelim. Hadiii…”
Alper arkadaşlarına şöyle bir baktı, köpeğin başını okşarken, “dostum umarım haftaya yine burada olursun, sonra ki haftada da buralarda ol emi…”
Alper’in peşi sıra bakan boz kıllı köpek gözlerini tekrar denize yöneltti. Büyük büyük anneannesinin anneannesine anlatılarını annesinden dinlemiş, her dinlediğinde hüzünlenmişti…
1910 tarihinde Avrupa’da özellikle Fransa’da sokaklarda köpek kalmamıştı. Güya medeniyetti sokaklardan köpekleri toplamak. Fransa ve Avrupa’nın birçok şehri içinköpekleri toplamak yetmiyordu, onları öldürüyor, kürkleri işlenip kullanılıyor kemikleri de parfüm sanayi de değerlendiriliyordu. Sokaklarında köpek kalmayan Fransa o dönemde yaklaşık seksen bin köpeğe mahallelerin de bakan İstanbul’a göz dikmişti…İstanbul yönetimine bir haber salındı, köpekleri bize satın… Yönetim tereddütsüz kabul etti teklifi, Belediye’ye güzel bir para girişi olacaktı…Sokak sokak, mahalle mahalle köpekler toplanmaya başladı ama İstanbullular buna karşı çıkıyordu…Halkla yönetim arasında köpek mücadelesi başlamıştı…İstanbul yönetimi kararlıydı…Köpekleri topladı ve halka karşı da askeri önlem aldı… Köpeklere fiyat biçen Fransa sessizdi, köpekleri gönderin demiyordu…Günlerce sahilde teknelerde bekletilen canlar, şartlar zorlaşınca Sivri adaya taşındı…Yönetim birkaç gün daha Fransa’dan haber bekledi. Bu aşamaya kadar köpekler, az çok adada besleniyordu. Fransa ters köşe yaptı, vazgeçtik almaktan dedi. Yönetim, yüklü miktarda para akışından olmuştu ama seksen bin köpeğin şehirden uzaklaştırılmasıyla İstanbul Avrupa şehirleri gibi köpeksiz ve modern bir şehir oluvermişti, güya!
Sivri adada köpekler aç susuz günlerini geçirmeye çalışıyordu ara ara İstanbul halkı teknelerle, kayıklarla adaya ulaşıp onlara yemek ve su götürüyordu ama yetmiyordu…Zordu…
Boz kıllı köpek 1910 yıllarında yaşananları annesinden dinlemişti. Annesinin büyük büyük anneannesi o katliamı yaşamış ve adadan kurtulmuştu…
“Adada onuncu gün açlık ve susuzluk baş gösterdi. Çok sıcak günlerdi. Kayalıklarda yürümek, uyumak hele güneşin altında uyumak çok zordu.Ateşin üstünde yürümek, ateşin içinde yaşamak gibi. On gün sonra birbirlerini tanımayan, farklı mahallelerden gelen köpekler,arkadaşlarım, güç gösterisinde bulunmaya başladılar. Çaresizlerdi. Çaresizdik…” diye anlatmaya başlıyordu annesi, büyük büyük anneannenin anlatısını….
“Benim de gücüm tükenmişti. Ya birkaç gün önce kader arkadaşlığı yaptığımı sırf ayakta kalmak için yemek, ya da güçsüz kalıp onlara yem olmak zorundaydım. On yedinci gün artık çığlıklar, uğultular ve leş kokuları artmaya başlamıştı…Bir çare daha var dedim. Her zaman bir yol daha vardır, bir çare daha vardır. Kendimi denize attım. Ne kadar yüzebilirdim. Sahile ulaşabilir miydim? Hiç düşünmedim. Başımı dikip patilerimle suyu itmeye, yüzmeye gayret ediyordum. Ne kadar yüzebildim ne kadar ileriye gidebildim bilmiyorum. Ay ışığının altında sahili görebiliyordum ama uzaktı çok uzak…Sonra sert bir şeyin sırtıma çarptığını hissettim. --Bu da ne ya, balık dedik nasibimize köpek düştü, diye bir ses duydum, ardından bir baktım sandalın içindeyim. Yaşlı balıkçı üstünden çıkarttığı yeleğiyle bir taraftan beni kuruluyor, bir taraftan da söyleniyordu,- şimdi sen kurtuldun da ben seni nasıl saklayacağım.
Sakladı da…Besledi de… En iyi dostu oldum yaşlı balıkçının…Birkaç yıl sonra İstanbul’da çok büyük bir deprem olmuştu, yaşadığı baraka balıkçının başına yıkılmıştı. Tahtaların arasından zorlansam da onu çıkartmıştım. Bana, ödeştik demişti…”
Boz kıllı köpek, büyük atasının anlatısını düşünüp tekrar hüzünlenirken biraz önce yanından ayrılan Alper’in sözlerini hatırladı…”Umarım haftaya yine burada olursun….”
Umarım dedi içinden boz kıllı köpek, umarım, uyutulmazsam görüşürüz Alper…