Biraz ileride bir yol var herhalde. Gelip geçen arabaların motor sesleri duyuluyor, ara sıra klakson sesi yükseliyor. Bir papatya tarlasının tam ortasındayım. İnce ince, iplik gibi bir yağmur yağıyor. Yağsın seviyorum yağmuru, rüzgarı… Birçok insan sevmese de, mayıs ayının bu halini, bu havayı seviyorum. Belki de böyle bir havada, mayıs ayında doğdum diye hoşuma gidiyor yağmurlu havalar. Ruhum daralmıyor mesela… Böyle havalarda içim sıkılmıyor, aksine kıpır kıpır oluyor yüreğim. Şiirler yazasım geliyor, şarkılar söylemek istiyorum. Sezen Aksu geliyor aklıma onun şarkısı, “ada vapuru yandan çarklı…”

      Tarlanın tam ortasında papatyaların arasındayım. Her yağmur damlasıyla papatyalar hafifçe başını eğiyor yağmur damlalarını toprağa silkeliyor sonra yeniden taç yapraklarıyla başını göğe kaldırıyor ve bu manevi tören yağmurun ritmiyle hiç durmadan devam ediyor. Bana selam mı veriyorlar acaba, bilmiyorum…Seviyorum papatyaları, kır çiçeklerini…

       Annem ismimi Papatya koymuş diye mi seviyorum papatyaları?

       Ah güzel annem, şimdi burada olsa beni bu halde görse bana ne der acaba, kızar mı? Kesin önce ağzına gelen bütün olumsuz kelimeleri sıralar. Sırılsıklam olmuşsun, bu havada böyle durulur mu, üşüteceksin, bronşitin nüksedecek… Bunlar ne ki, daha neler söyler neler. Ama incitmez sözleriyle, çünkü her sözüyle, o güzel yüreğiyle beni nasıl sevdiğini hissettirir. O benim koruyucu meleğim, ben onun papatyası, narini, güzeli, biriciği…

      Biriciği ya… Annemin tek evladıyım, tek kızı. Babam öldükten sonra annem, evin hem erkeği hem kadını olmuş. Babamın öldüğü günü hayal meyal hatırlıyorum. İnşaat işçisiydi babam, temel kazısı sırasında toprak kaymış ve kilolarca toprağın altında can vermişti. Kulaklarımda evin kapısından gelen o gök gürültüsünü andıran ses, güm güm güm… Durmadan peş peşe… Ve sonra annemim hıçkıra hıçkıra ağlayışı…Bu ses zihnimin duvarlarını aşındırıyor, nefes almadan dakikalarca, ağlıyor ağlıyordu annem... Sonra taziye evinin siyah beyaz görüntüsü, ben odanın bir köşesinde yerde oturuyorum, aynı cümleleri tekrar tekrar dinliyorum, hafızamda kalan ve olayın vahametini zihnime kazıyan cümle ise bir ömrün özeti, “başınız sağ olsun Ayşe Hanım, Allah kızına ve sana güzel ömürler versin”

      Yalnız kalmışız kimsemiz yok. Koca İstanbul’da bir Ayşe Hanım, bir de Papatyası… Sonra ne oluyor, nasıl bir ruh haline bürünüyor annem hatırlamıyorum. Bildiğim, babamın ölümüyle ne yapacağını bilmez bir halde yıkılan annemim, efsanevi Tuğrul kuşunun dirilişi gibi, acı çeke çeke güçlenerek, rengarenk kanatlarını açıp beni ve evimizi koruma altına alışıdır.

     “Şimdi ben çalışacağım, sen okuyacaksın… Okuyup iş sahibi olacaksın. Sonra da sen bana bakacaksın, tamam mı Papatyam?” derdi… Dediğini de yaptı. Okuttu beni, bu sene son senem. Son senem ama biraz boş verdim dersleri, vize notlarım da düşmeye başladı… Mezun olunca eczacı olacağım. Annem para biriktirmiş benim için “mezun olur olmaz Eczaneni açarsın, bu para yetmez ama kredi de çekeriz, belki erken emeklilik bana da çıkar, o zaman tazminatımı da alırım, Papatya Eczanesi, güzel kızım gibi ışıl ışıl bir dükkân, mis gibi mis” der gözlerinde ki umut pırıltısını yüreğime işlerdi.

       Yağmur dindi. Şimdi mis gibi kokar tabiat. Yağmur sonrası toprak kokusu, papatyaların kokusu, annemin bana açmayı düşündüğü eczanenin kokusu…

      Saçlarım papatya dallarının arasından kıvrıla kıvrıla toprakla buluşmuş, çamur olmuş uçları… Şimdi evde olsaydım iri dişli kemik tarağıyla hiç incitmeden, canımı acıtmadan tarardı annem. Vazgeçmedi ki saçımı taramaktan, işten yorgun geldiği günler bile evin işini bitirir bitirmez, hemen tarağını alıp yanıma sokulurdu, önce günü değerlendirirdik. O iş yerinde yaşadıklarını anlatırdı ben okulu ve arkadaşlarımı… ”Bismillah” der başlardı saç tarama görevine, o tarardı ben gözlerimi kapar hayal kurardım. Saçlarımın üzerinde gezinen kemik bir tarak değil yumuşacık bir buluttu. O tarardı ben tebessüm ederdim. O tarardı ben uyurdum.

     Bu kadar uzun süre ayrı kalmamıştık annemle. Şimdi meraktan çıldırmıştır kadın. Gecikeceksem eğer mutlaka arardım…

Arayamadım. Papatyaların arasındayım, onlarla avunuyorum, biraz önce konuşur gibi olduk hatta, göz göze geldik bir papatyayla. Yunus gibi sordum bende; “annen baban var mıdır?” Minik hareketlerle baş sallıyorlar.

     Yollara düşmüştür annem, okula gitmiştir, arkadaşlarıma ulaşmıştır. Kesin karakola gidip kayıp diye bildirmiştir. Büyüdüğümü hiç fark etmedi annem. Büyüdüm ya… Bana göre büyüdüm. Okul yerine ara ara kafelere gitmek, sınavlara hazırlanmak yerine arkadaşlarla gezinmek. Benim için büyümekti belki de. Araf’ı da böyle bir kaçamak zamanında kafede tanımıştım. Arkadaş ortamında bir kafede tanışmış bir anda kaynaşmıştık. Benim için sosyal bir arkadaştı… Kibar, konuşkan, şakacı bir arkadaş. O kadar. Ama onun için o kadar değildim. Aşık olmuş bana, deli gibi seviyormuş. Birgün döktü içini. Sevgisine saygı duyduğumu ama seni arkadaşlıktan öte başka bir duyguyla sevmediğimi ve sevemeyeceğimi söyledim. Bu konuşmayı yaptığım gün, uzun uzun gözlerimin içine baktı, ”öyle olsun, söyleyecek sözüm yok ama yapacak bir şey olur elbet” dedi, sonra çok komik bir fıkra anlatmış gibi güldü, aniden sustu... Ayağa kalkıp, işaret parmağını bana doğrultu, “görüşürüz arkadaş!” diyerek, gitti.

       Birkaç hafta aramadı, sormadı... Bende umursamadım, umursanacak bir durum yoktu ki. Geçen gün okul çıkışı ardım sıra bir ses duydum, Papatya…”P” harfini patlatarak söyleyişinden tanıdım. Araf… Neredesin, niye görünmüyorsun dedim… İşlerin vardı, arayamadım da, soramadım da kusura bakma, dedi, çok kibar bir ses tonuyla. Sonra, “Hava çok güzel, biraz gezelim mi ? Çok vaktini almam merak etme” deyince, kıramadım…

        Niye kalkamıyorum yerimden, elimi kolumu kaldıramıyorum. Bir kalkabilsem.

        Hava tam benim havam, yağmur dindi ama tabiat sırılsıklam. Üveyik kuşları geziniyor etrafımda, tombul bir bal arısı vızıldayıp geçti yanımdan. Papatyalar yine bana bakıyor.

        Hışır hışır sesler geliyor. Papatyalar eziliyor, papatyalar çığlık atıyor ben susuyorum. Hızlı hızlı bana doğru yaklaşıyor sesler. Telsiz sesleriyle birlikte konuşmalar duyuyorum.

       “Evet efendim söylendiği gibi genç bir kadın. Uzun kumral saçlı, yüzünün sağ tarafında küçük bir ben var, gözleri…”

        Beni tarif ediyor… Buldular beni… Ben kayıp mı oldum? Seslenmek istiyorum, konuşmak istiyorum. Olmuyor. Ya da duymuyor beni… Duymuyorlar. “Benim ben Papatya, gözlerim yeşil benim”

        Sesler baş ucumda, bir el dokunuyor boynuma… Bekliyor. Konuşmaya devam ediyor; “maalesef efendim”

         Sağımda solumda postallarıyla iri iri ayaklar geziniyor., Papatyalar ezilmiş, boyunlarından kırılmış birçoğu. Hala geziniyor ayaklar, papatyalar çığlık atıyor, duymuyorlar. Ben sesleniyorum duymuyorlar. Lütfen tutun ellerimden kaldırın beni, diyorum. Bana bakıyorlar ama cevap vermiyorlar. Telsiz sesleri, konuşmalar, kuş cıvıltıları, papatyaların çığlıkları birbirine karışıyor.

        Bulanlar beni duymuyor. Keşke annem gelseydi, duyardı beni. Yanım sıra ezilen papatyaların çığlıklarını da duyardı. Anne saçlarım çamura bulandı, iç içe geçti… Kemik tarağın canımı acıtmadan tarar mısın yine? Annemi çağırın, annem beni duyar, annem beni kaldırır yerimden. Tutar ellerimden.

        Yağmur yine başladı, üşümüyorum. Alıştım yağmurun soğuğuna. Üveyikler kanat çırpıp uçtular, ürktüler herhalde. Hafif bir rüzgâr esiyor, yağmuru savuruyor, papatyaların kokusunu savuruyor, telsiz sesini savuruyor… Konuşmaya devam ediyor, telsizi elinden bırakmayan memur; “boğazında derin bir iz var, boğulmuş gibi, hareket yok, nefes yok, maalesef ölmüş efendim. Savcıyı bekliyoruz tamam”

      NOT: Bu hikâyeyi ezilen, katledilen, şiddet gören… Bu hikâyeyi taciz edilen, tecavüz edilen bütün çocuklara ve kadınlara ithaf ediyorum.