Nereden bakarsanız bakın, baharın ilk aylarında toprağın rengi yemyeşildir. Kışın ardından eriyen karların altından fışkıran buğday, toprağı yeşil halılarla süsler. Diyarbakır’da, gözünüzün alabildiği kadar uzanan düzlüklerde her bahar bu manzara sizi karşılar. Haziran ve Temmuz aylarında ise sararan buğdayların manzarası, olgunlaşan başakların boyunlarını bükerek toprağa baktığı, yani geldiği yere dönme arzusunun depreştiği zamanlardır. Bu sefer toprağın rengi sararmaya başlar. Sur içinde yaşayanlar, Sur dışında gerçekleşen bu hadiseyi dört gözle beklerler. Asıl zorluğu çekenler ise köylerinde topraktan geçimini sağlayanlardır. Harman bitiminde, sabahın erken saatlerinde surların kapılarına dayanan köylüler, yanlarında buğday yüklü hayvanları ile sabırsız bir bekleyiş içindedirler. Ezan seslerinin minarelerden yükselmesi ile kapılar açıldığında, daha önce geldikleri hanları bilen hayvanlar, yüklerinin indirilmesi için bildikleri yere giderler.
Diyarbakır’da Sur içinde ve Sur dışında yaşanan hayatlar, görünüşte birbirinden ayrıymış gibi dursa da, gerçekte birbirine muhtaç ve bağımlıdır. Sur içi, ticaretin ve sosyal hayatın merkezi olarak şehrin kalbini oluştururken, Sur dışında, bereketli topraklarda geçimini sağlayan köylüler, şehre hayat veren kaynakları sunar. Sur içindeki esnaf, köylerden gelen ürünlerle tezgâhlarını doldurur, köylüler ise şehrin çarşısında ihtiyaçlarını karşılayarak evlerine dönerlerdi. Özellikle yaz mevsiminde harman zamanı geldiğinde, Sur dışından gelen köylülerin, yanlarında getirdikleri buğday ve tahıllarla dolup taşan sur kapıları, şehrin can damarlarından biri olurdu. Sabah namazı sonrası açılan kapılardan içeri giren köylüler, şehirde alışveriş yaparak hem geçimlerini sağlar hem de şehrin ekonomisini canlandırırlardı.
İlk defa surları gördüğümde heyecanlandığımı çok iyi hatırlıyorum. Çocuk aklımla, bu kadar yüksek duvarların neden yapıldığını bir türlü anlayamamıştım. Sonraki zamanlarda, surların üzerine çıkınca gördüğüm manzara ve çevreye hâkim konumu beni fazlasıyla etkiledi, bunu itiraf etmeliyim. Kapıların nasıl kapandığını, hatta nasıl açıldığını bildiklerini sandığım şahsiyetlere sormadan edemiyordum. Surlar, köylü ile şehirli arasında bir duvar değil; aksine, şehirli ile köylü arasında bir bağ olarak yüzyıllar boyunca aracılık yapmıştır. Kapıların ya da taşların dili olsaydı, nelere şahitlik edebileceklerini düşünmekten kendimi hiçbir zaman alamadım. Kimlerin ordularına kapılarını açmıştı? Ya da kimlere kapılarını kapatmıştı? Şimdi bunların büyük bir kısmını kitaplardan öğreniyoruz. Ancak sırların, surun taşlarında saklı olduğunu da tahmin edebiliyoruz. Taşların arasına sıkıştırılmış bir mektup ya da bir işaret, bu sırların bir kısmını elbet açığa çıkaracaktır.
Bu topraklarda ya da yakın çevresinde dolaşan peygamberlerin varlığı bilinmektedir. Makamları ve mezarları, bu topraklarda hâlâ ayaktadır. Adlarına camiler ve türbeler inşa edilmiştir. Elimizde yazılı belgeler olmasa da, kimsenin bilmediği geçmişlerden gelen bu kutsal şahsiyetlerin, kim bilir kaç asırdır bu topraklarda umut dağıtmaya devam ettikleri kesindir.
Diyarbakır, peygamberlerin ve kutsal şahsiyetlerin izlerini taşıyan kadim bir şehirdir. Rivayetler farklılık gösterse de, Zülküfil ve Elyasa Peygamberlerin kabirlerinin Eğil’de bulunduğu söylenir. Hz. Süleyman Camii, Diyarbakır’ın en meşhur mabetlerinden biridir. İslâm’ın ilk fetih ordularıyla Diyarbakır’ı fetheden sahabelerin kabirleri, bu caminin eteklerinde, ebedi istirahatgâhlarında yatar. 12. yüzyılda inşa edilen bu cami, sahabelerin hatırasını yaşatır. Bir zamanlar "5. Harem-i Şerif" olarak bilinen Ulu Cami ise Müslümanlar arasında büyük bir değere sahipti. Şimdilerde ise, bu manevi mekânlardan bahsedenleri mumla arasanız bulmanız zor.
Bugün Diyarbakır, sahte din tüccarları ve çıkar peşinde koşan politikacılarla anılır oldu. Ancak bu şehir, köklü hatıralarını tazelediğinde yeniden doğacaktır. Ezan sesleri, Dicle’nin sularına karışarak yepyeni bir iklimin habercisi olacaktır. Ulu Cami’den, Hz. Süleyman Camii’nden, Nebi Camii’nden ve Sur içinde, bir zamanlar kuşatılmış olan İskender Paşa Camii’nden yükselen ezanlar, surlara, oradan gökyüzüne, nihayetinde tüm cihana nur saçacaktır.
Dicle Nehri, sadece Nuh’un gemisini taşımadı; geçtiği her toprak parçasına bereket kattı. Diyarbakır’ın bakırcılar çarşısında yeniden duyulacak çekiç sesleri, bu kadim şehrin ruhunu tekrar canlandıracak. İlim ve irfan meclisleri, sanatın ruhuyla birleştiğinde Diyarbakır yeniden bir yıldız gibi parlayacaktır.
Peygamberler, âlimler, sanatkârlar ve kahramanlar şehri Diyarbakır’ın, sahte din tüccarlarıyla anılması büyük bir haksızlıktır. Roma, Bizans, İslâm ve Türk medeniyetlerinin askeri, ilmi ve sanat sahalarında öncülüğünü yapmış bu şehri unutturanlar, yerlerine ne koyabilirler ki? Bugün sahtecilik ve çıkarcılık peşinde koşan muktedirlerin devri sona erdiğinde, herkes aslına rücu edecektir. Diyarbakır da aslına, köklü tarihine ve gerçek sevimli kimliğine dönecektir. (Devam edecek.)