Aşağıda alıntılar alınmış olan yazı “Resimli Yıl” isimli bir almanaktan alınmış olup, yapıt 1924 yılını değerlendiren, Ahmet Rasim gibi önemli imzaların da yer aldığı bir almanaktır. Yazının kalemi Hakkı Süha (Gezgin) 1895-1963 yılları arasında yaşamış; öğretmen, yazar, şair, gazeteci, çevirmen olup genelde edebiyat sorunları, edebiyat ve müzisyenlerle ilgili araştırma ve tanıtımları ilgili yazılarla adını duyurmuştur. İstanbul Erkek Lisesinde, Kenan Hulusi Koray, Tarık Buğra, Sait Faik, Alaeddin Yavaşça gibi tanınmış kişilerin öğretmenliğini yapmıştır. Yazınının eski harflerden günümüz Türkçesine çevrimini ise merhum amcam Ahmet Bayındır (1951-2014) sağlamıştır.

1924 SENESİNİN EDEBİYAT TARİHİ

      

Başlarken edebiyat çölümüzdeki vahalar ve kuyular demiştim. Bu tabirleri edebî şahsiyetlerimizin derecesine bir ölçü olsun diye kullandım. Çünkü Halide Hanım yanında Peyami Safa ve Selahattin Enis beyler de var. Refik Halit, Yakup Kadri, Reşat Nuri gibi teşekkül ve teessüs etmiş şahsiyetler yanında Kemal Ragıp, Yesarizâde Mahmut beyler gibi henüz hüviyetlerini bütün cepheleriyle gösteremeyen tebarüzlerle karşı karşıyayız.

              

Muallim Naci ve hempası bu tahavvülden sinirlendi ve bu sonedeki Türkçe mısraları silindir şapkalara sokulmuş, bir misvak kadar yadırgadılar. Bu muvakkat mukavemet bol eser ve bol rağbet içinde kayboldu. Lisan yavaş yavaş ıstıfâ ve tekâmül ediyor; fakat bir türlü mevud ve matlub olan neticeyi bulamıyordu. Edebiyat-ı Cedide de -Ekrem Bey müstesna- nazım, nesirden daha büyük bir inkişâfla yeniliği kucakladı.

              

Fikret merhumun son şiirlerine dikkat edilirse, kendisinde bile söylediğim tekamülün devamla yürüyen izlerini bulmak mümkündür. “Fecr-i âtî” nihayet istitâle oldu. Fakat bunlardan iki kuvvetli unsur çıktı: Nazımda Bülent’le, Haşim; nesirde Refik Halit’le Yakup Kadri. Nazımcıların rakik ve sekteli varlığına mukabil nâsirleri daha olgun ve daha ergin gördük.

Bir zaman sonra “Yahya Kemal” çâşnîsi, başka bir tatla muhiti sarstı. Evvela Halit Fahri, sonra Faruk Nafiz bu yeni ahenk telakkisine kapıldılar. Halit Fahri’yi bilmem; fakat Faruk Nafiz kendi kabiliyetini bu kalıplara suhuletle döktü.

              

Enis Behiç, Orhan Seyfi çok hususi birer şahsiyetti. Enis’in nazma musiki ikâını aşılamağa kalkıştığı devrede artık aruz gözden düşmüştü. Muhtelif istilâlerle kendi benliğine dönen Türk, birkaç sene sonraki garp hıyanatını hissetmiş gibi Türkçe’ye sarılan yabancılıklara hücuma başladı.

              

Baştan başa “Gökalp” merhumun eseri olan Türkçülük ile beraber [hece]ye rağbet arttı ve edebiyat da yeni bir dirsek, işlenmemiş bir yol başı verdi.

              

Halil Nihat’ın “Siham-ı ilham”ı, Reşat Nuri’nin “Çalıkuşu”, Halide Hanım’ın Kalp Ağrısı Yakup’un yazıları hepsi hepsi bu sümüklü böcekleri kahretti. Kabul ettikleri tabii basit: “Bu gülünç, şu iğrenç, öteki aptalca bir eser, deyip geçiyorlar.

              

Reşat Nuri bu bir sene zarfında [Damga]yı yazdı. Etrafında hemen hemen hiç neşriyat yapılmadan satıldı gitti. Dostların sükutu, Çalıkuşu’ndaki kuvvetin temâdisine hizmete haml olunabilir. Fakat hadd-i zâtında damgadaki şahsiyetler iyi tahlil edilmiş ve kudretle gösterilmiştir. “Saatine sık sık bakıp telaşla konuşan” kadında, hangimiz fedakarlıklarımızın tarumar enkâzını görmedik!...

              

Damga’dan sonra Halide Hanım’ın “Kalp Ağrısı” çıktı. Reşat NuriDamga”da [Çalıkuşu] nun dûnunda dolaşmıştı. Halide Hanım, son eseriyle bütün öteki eserlerinin üstünde kanatlandı. Romanın daha ilk sahifelerinde eşhasın öyle birden bir canlanışı var ki insan ihtiyarsız bir incizâb ile bu kudretin nereden geldiğini satırları tekrar okuyarak araştırıyor. Halide Hanım’ın sanatkarlığı şüphe yok ki erkek istidatlara çok faik. Ona bu kazancı veren tabii romanda kabul ettiği basit [teknik] değildir. Üslubuna da büyük bir alaka hissesi ayırmak için kuvvetli sebepler yok. Hatta biraz hıyanetlikle onu aleyhte bir silah gibi kullanmak da kabil. Fakat bütün bu rikkat içinde bir türlü parlaklığı zail olmayan bir eser var. Öyle tahmin ediyorum ki ona bu mümtâziyyeti veren müfrat hassasiyetinin, olgun şairliğinin sıcaklığıdır. Etten ve sinirden bahseden kalemi, bir operatör bisturisi kadar katî ve yakın bir temastan bizi agâh eder. Ruha ait tahlilleri ise anlaşılmaz bir mükâşefenin [vahiy] leri kadar kâdir ve heybetlidir. Küçük hikayelerinde ekseriya dağılan bu cevher, romanda çok mütekasif bir kabiliyet mahiyetini alıyor.

              

Refik Halit, sürgünde yine güzel şeyler yazıyor ve zannederim ki zamanımızda ondan daha güzel yazan yok. Ömer Seyfettin’in boş bıraktığı hikâye sahasında o, emsalsiz görüşüyle ne emin ve ne müstakır adımlar atıyor. Bugün daha ziyade musahabe ve mensure tarzında kalemini avutan bu siyaset kurbanının “doğru yol” un avuç içi kadar dar çerçevesine sığdıramadığı kim bilir daha neler var?  Ben en ziyade bu tarzda heder olan zekalara acırım. Esasen kendisi de Falih Rıfkı Bey’e verdiği cevapta [Malta] ve [olta]dan sonra [balta]yı işaretle beni tasdik etmiyor mu?

              

Selahattin Enis, hayatının ağır şartları altında yine vakit bulup üç eser neşretti. Peyami Safa Bey’e gelince: zamanımızın bu en velûd genci, çok yazmanın zararına herkesten evvel katlanacak gibi görünüyor. Birkaç sene evvel Tercüman’da hatalı bir teşhis ile tereddiye mahkûm ettiği neslin vakalarından ördüğü küçük hikayelerle kendisini tanıdım. Cenap Bey’e verdiği cevabı, bende okuması hakkında bir kanaat tevlit ettiği için eserlerini dikkatle takip ettim. “Sözde Kızlar” ın sakin ve temkinli başlangıcındaki muhakeme kudreti, eser ilerledikçe yavaş yavaş kayboluyor gibidir. Tefrikaya yetiştirmek telaşı hemen her sayfada bir kere kendisini gösterir.

              

“Süngülerin Ucunda”, “Mahşer” eserlerinde de maalesef itina fıkdanının ârızalarına rast gelmemek mümkün değil. Bununla beraber Peyami Safa Bey’in, herhalde üzerinde ehemmiyetle durulacak bir şahsiyet olduğuna şüphe yoktur. Küçük bir muvazene, tedbirli bir teennî bu genci varmak için doğduğu şerefli yere götürebilir kanaatindeyim. İşleyen demir paslanmaz; fakat mütemadiyen yorulan bir kalem için aynı düsturu kabul etmek mümkün değildir.

              

Hülasa; edebiyatımızın bugünkü vaziyeti biraz geçen nesle mensup olanların himmeti tarh edildikten (çıkarıldıktan) sonra, sıfırdır denebilir. Bu elemli mevzuda, bu acı neticeye vardığım dakikada kalbim burkulur gibi oldu. Siyaset ağzının hasta adam dediği devlet bünyesi korkunç bir hayat ve cidâl kabiliyeti ile bu iftirayı tokatladı. Gönül isterdi ki, Türk, bu ilim ve sanat inkârı karşısında da aynı heyecan ve kabiliyeti göstersin.

                                                                                                                      Muharriri: Hakkı SÜHA