-At binenin kılıç kuşananın- (Türk Atasözü) - Liyakat olmadan kazanılan müstahak olmadan yitirilir-.(W. Shakespeare)
Osmanlı'nın son günlerinde, Bektaşi Baba İstanbul'da, padişahın sarayı olduğunu sandığı görkemli bir yerden geçerken, içeriden birinin çıktığını ve o derece görkemli bir faytona bindiğini görür. Sırmalı giysili mağrur görünüşlü adam faytona geçerken muhafızlar, sokaktakiler esas duruşta selama durunca Bektaşi, muhafızlardan birinin yanına sokularak sorar:
“Faytona binen padişah efendimiz midir?”
Muhafız yanıtlar:
“Hayır, padişahımızın bir kuludur.”
Bektaşi, birkaç kez, tepeden tırnağa bir faytondaki adama bir de kendine baktıktan sonra, ellerini göğe açar:
“Tanrım, bir padişahın kuluna bak! Sonra, bir de senin kuluna bak!”
Osmanlının gerileme döneminde bir padişah vardı ama yüzlerce de kendini padişah sanan devlet görevlisi vardı. Günümüzde de birçok meslekte kendini tüm yasalardan muaf, dokunulmaz, hesap sorulmaz sanan birçok memur türedi. Bunlar denetimi, denetim mekanizmalarını bilmedikleri, semtlerine de böyle bir kurum hiç uğramadığı için meydanı boş bulan, makamların ağırlığını kaldıramayanlar olup gündelik yaşamda sıklıkla rastladığımız tipler…
Devletle ulusu tamamlayan yasalar, hukuk karmakarışık durumda. En ciddi kurumlarımız bile Orta Doğulu toplumların anlayışına göre yönetilir oldu.
Bir ülkenin iyi yönetildiğinin kanıtı, -ister önemli ister önemsiz olsun- tüm makamlara gelen insanların partizanlık, hemşehrilik, ortaklık, yandaşlık, tarikat, ideoloji gibi ilkelere göre değil, “liyakat” esasına göre seçilmeleridir. Liyakat aynı zamanda anayasada da ve öteki yasalarda da yer alan kavramdır.
Liyakat, yani yaraşırlık, uygunluk, layık olma, yeterlilik, yetenek, hak etme... İşte aradığımız sözcük budur... İnsanda var olan erdemler de liyakatin olduğu düzende çoğalıp, artar...
Diyelim ki mili eğitim müdürü seçeceğiz; eğitime, çocuklarımıza, ahlâkımıza, ülkeye en yararlı olma ölçütlerini aramalıyız. Yine diyelim ki; ordumuza subay seçeceğiz. Burada da, imam hatipli, sanat okullu, düz liseli, askeri liseli olma ölçütünü değil, en namuslu, en zeki, en ahlaklı, en dürüst, en çalışkan olma ölçütlerini baş koşul saymalıyız. Bu, tüm kurumlar, tüm makamlar için geçerlidir.
Yine özellikle kamuya alımlarda mülakat sisteminin hemen kaldırılması gereklidir. Çünkü mülakatın olduğu yerde liyakat olmaz.
Tarihe bakın, ülkeler; önemli kişiliklerle, bilim insanıyla, sanatçısıyla, devlet adamıyla, sporcusuyla, askeriyle, siyasetçisiyle birlikte yükselirler.
Osmanlı tarihinde de bu böyledir. Örneğin, Kanuni Sultan Süleyman’ın yani Batılıların “magnificent (muhteşem)” dediği bu imparatorun zamanında sadrazam Sokollu Mehmed Paşa en sıradan askerlikten, hatta kölelikten gelmiş, belki de Osmanlı’nın gelmiş geçmiş en büyük vezirlerinden olmuştur.
Mimar Sinan da öyle, sıradan bir askerken, tarihimizin belki de dünya tarihinin yetiştirdiği en büyük mimarlardan biri olmuş.
Barbaros Hayreddin Paşa; bir tutsakken, tarihin en büyük denizcilerinden biri niye olmuştur?
Asıl adı Mahmut Abdülbaki olan ve sıradan bir müezzin iken, Osmanlının en büyük şairlerinden ve kazaskerlerinden biri olan Baki'yi anımsayın...
Bunlar bizim tarihimizin en parlak günlerinden alınma örnekler… Peki, bu salt şans, rastlantı ile açıklanabilir mi?
Bizim ve tüm devletlerin tarihine dikkat ediniz, adalete, liyakate inanılan, insan hakkına dikkat edilen dönemlerde hep yükselmişlerdir. Osmanlıların örnek alınacak en büyük yönlerinden biri budur. Onlar yeteneği, hak etmeyi, liyakati dikkate almış, hatta yukarıda saydığımız bu adların çoğu Türk ve Müslüman olarak bile doğmamışken, bu en sıradan kişileri tutsaklıktan, kölelikten, devletin en üst makamlarına getiren bir sistemi uzun süre başarmış, yürütmüşlerdir.
Artık yıllarımızı, gücümüzü boşa harcamadan, eğitimde, adalette, askerlikte, sporda, akla gelen her kurum, her makam ve her işte, liyakat ilkesini asla unutmamalı, aynı hataları yinelememeliyiz.