Bir köşe yazarının beğenmediği bir yazıyı eleştirmesi denli olağan bir şey olamaz. Peki, bir yazar bir başkasını ne zaman ve nasıl yermelidir? Gazetelerde her gün düzinelerce seviyesiz ve yararsız yazı, berbat bir Türkçeyle yayımlanıp duruyorken; düşünceleri kabullenilmeyen ya da eksik görülen bir yazı hakkında üstelik yazarı da hedef göstererek eleştiri yapmanın nasıl bir yararı olabilir?
Öncelikle belirtmek gerekir ki; böyle beğenmediği bir yazıya karşı bir eleştiri yazısının yazılması öncelikle konunun önemsendiğini gösterir. Böylelikle okuyucuların dikkatini ister istemez ele aldığı yazıya yöneltir.
Hangi alanda olursa olsun, eleştiri, haklı olduğu kuşkusuyla birlikte, eleştirenin, hele onun, başkalarının yazdıkları üzerine yargıda bulunma yetkisini nereden aldığı sorusunu da ortaya çıkarır.
Eleştiri aslında güzeldir, olgunlukla karşılanması gereken bir eylemdir. Eleştiriye yapılan ilk tepkinin, savunma olmasına da hiç gerek yoktur. Her yerde, eleştirinin anlamının iyice bilinip benimsendiği, eleştiriyi her kültür hayatının önemli bir ögesi sayan yerlerde de eleştiri az çok bir alınganlıkla, az ya da çok gizlenmiş bir tedirginlikle karşılanır.
Gelişmiş toplumlarda, düşünce özgürlüğü ve eleştiri birbirlerini karşılıklı olarak gerekli kılarlar. Eleştiri olmadan özgürlük olamayacağı gibi, özgürlük olmadan eleştiri de var olamaz.
Eleştiri aynı zamanda bir tartışmadır da.
Ancak bir yazı eleştirilecekse en azından o konularda bilgili olmak, eleştireceği yazıdaki konuları iyi bilmek, ya da bilmeye çabalamak zorunludur. Okuduğunu anlamadan, kimin düşüncesi olduğunu bilmeden, alıntı mı yoksa özgün bir ifade olup olmadığını bile ayırt etmeden ve estetiklikten uzak yapılan her eleştiri kuru hamasetten başka bir şey değildir.
Ayrıca eleştiri; düşünceyle, nezaketle, sorgulamayla, nesnel bir bakışla, somut bilgiyle yapılır, duygularla-inançlarla-hamasetle yapılan eleştiri ise muhatap almaya değmez.
Emekli öğretmen olan bir büyüğümüzün, kutsal öğretmenlik mesleğini özlediğinden olacak ki; o sanki benim ilkokul öğretmenim ben de sanki onun 1. sınıf öğrencisiymişim gibi; tepeden bakışçı, küçümseme içeren, sığ bir anlatımla, düşük tümcelerle dolu ve adımı da onlarca kez anarak kaleme aldığı yazısını kendisine yakıştıramadım.
İnsana en gerekli yeti akıldır. İnsan aklı da iyi ile kötüyü ancak bilgi ile ayırır. Konusu UNECSO olan ve tüm tarihsel yapıtların bir bütün olarak düşünülmesine ilişkin bir yazımda tüm geçmiş kültürlerin ve uygarlıklarının kalıntılarını korumak gerekliliğinden söz edilmesine eleştiri olarak “restorasyon çok pahalı, yenisi yapmak daha ucuza mal olur bilmiyorsan Valiliğe sor, öğren” ifadesini kullanmış; yine “Harput’ta 130 yıl önce azınlıklar, Türklerle dostça yaşardı” sözüne de “Harput Türk’tür, Türk yurdudur, Türk kalacak” gibi hamasî bir karşılıkla beni şaşırtmıştır. Sanıyorum, ya ben eleştirdiği yazımda alıntıların benim olmadığını anlatamamışım ya da öğretmenimiz yazımı pek dikkatli okumadan yazı yazmaya girişmiş...
Türkiye’de her konunun milliyetçiliğe ya da dindarlığa getirilmesine alıştık da konusu kültür ve tarih olan bir yazıda da bizi bununla vurmaya çalışmanın da çok ucuz bir iş olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Öncelikle, bizim yurtseverliğimizi, memleket sevgimizi ölçebilecek bir ölçü biriminin henüz icat edilmediğini beni ve ailemi yakından tanıyanlar iyi bilirler.
İkinci olarak, bizim eski azınlıklardan, onlardan kalan yıkıntılardan söz etmemiz, tüm eski yapıları korumamız gerektiğini belirtmemiz bizi küçük düşürmez tersine yüceltir. Türklük de bunu gerektirir. Bunu, Malazgirt’te Bizans imparatoru Romen Diyojen’e bir savaş tutsağı değil, bir konuğu gibi davranan ve onu serbest bırakan Sultan Alp Aslan’da da görürsünüz, 10 Eylül 1922’de önüne serilen Yunan bayrağını kaldırarak, “bayrak bir milletin onurudur. Ne olursa olsun yerlere serilemez ve çiğnenemez” diyen Gazi Mustafa Kemal Atatürk’te de görürsünüz.
İşte, hamaset varsa tarih de bilim de kültür de eleştiri üslubu da artık birer teferruattır çünkü hamaset, yüreği kanatlandırıp bilinci boşaltır. İnsanı dar düşünceler girdabında boğar gider...
Öğretmenim; siz bir Ağınlı olarak yöremizin geçmişine dikkatlice bakarsanız görürsünüz, bu yörenin insanının anlayışı bağnazlıktan uzaktır, insanın vicdanı da manevî değerleri gibi önem taşır. Bağnazlık ya da hoşgörüsüzlük yalnız inançta, milliyette, dinde değil, bilimde, eğitimde, hukukta, siyasette, ekonomide, sanatta, mimarlıkta, edebiyatta, müzikte, sporda ve tüm düşünsel alanlarda nereye girmişse orayı yok etmiş, özünü tüketmiş bir düşünce biçimidir. Bundan sakınmak gerekir.
Bunu görmeniz için; önce Yunus’u, Karacaoğlan’ı, Ahi Evran’ı, Hacı Bektaş Veli’yi, Geyikli Baba’yı, Şeyh Edebali’yi, Ahmed Yesevi’yi iyi bilmek gerekir. Örneğin, Ahmet Yesevi, kaynağını Orta Asya ve Türklükten alan, geniş ölçüde tasavvufsal renk taşıyan bir anlayışa sahiptir ve tarihin her döneminde, ırkçı ve mezhepçi dayatmalardan uzak, engin hoşgörünün simgesi olmuştur.
Ahmet Yesevi’nin ölümünden sonra da Hacı Bektaş Veli Anadolu Türklüğünün kuruluş dönemindeki insancıllığa, hoşgörüye, evrenselliğe rehber olmuş bir ermiştir. Bunları okumak, iyi bilmek kuru hamasetten, slogan sözlerden binlerce kat daha önemlidir.
Türklüğe sahip çıkmak isteyen her kişinin; Şeyh Bedreddin, Mevlâna Celaleddin, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Geyikli Baba, Nasreddin Hoca, Pir Sultan Abdal, Nesimi, Akşemseddin gibi bilgelerin hoşgörüsünü, inanç felsefesini iyi bilmesi ilk koşuldur.
Türklerin, kıtalara yayılan fetihlerini sağlayan ve bir cihan imparatorluğunun doğmasına yol açan en büyük gücü; silah, kılıç, bilek ve yürek gücünden daha çok yukarıda saydığım bu adların yaydığı, taşıdığı, bu evrensel, kültürel ve insansal düşüncedir.
Yazımı XIV. yüzyılın ünlü ozanı Aşık Paşa'nın eşsiz Türkçesiyle yazdığı bir şiirden alıntıyla tamamlıyor saygılar sunuyorum...
"Her kim bana ağyar ise
Hak Tanrı yâr olsun ona
Kim ölümüm ister ise
Bin yıl ömür olsun ona”