Elazığ’da çıkmış Satveti Milliye, Altan, Çıra, Turan, Yeni Fırat gibi yayınları öteden beri ilgimi çeker. Geçmişten günümüze nelerin değiştiğini, var olan gelenek, göreneklerimizi, yaşama bakış açımızı, kentin durumunu, dilimizi, tarihimizi öğrenmenin bundan kolay bir yolu da bulunmamaktadır.

Geçen gün, Yeni Fırat dergisinin Temmuz 1963 tarihli 13. Sayısında İbrahim Olgun adlı bir yazarın yazına denk geldim. Yazı, ince duygularla dolu, veda içeren bir yazıydı ve Naimi Efendigil adlı bir dostuna yazılmıştı. Liselerde ve Gazi Eğitim Enstitüsü'nde Türk edebiyatı hocası olan ve Eski Türkçeyi, Türkçeyi ve Farsçayı çok iyi bilen İbrahim Olgun, Kültür Bakanlığı’nda görev yaptığı sırada 9 Aralık 1978 tarihinde yaşamını yitirmiştir. 

Günümüzde herkesin çok bildiği Prof. Dr. Canan Karatay’ın babası olan Naimi Efendigil’i ve Elazığ’ın 1954 yılını anlatan İbrahim Olgun’un bu yazısını ilginize sunuyorum:

Elâzığ'da Tanıdıklarım:

NAİMİ EFENDİGİL

Yazan: İbrahim OLGUN

“İnsanlar, çok kerre kendilerinden söz etmek için başkalarını vesile ederler. Ben de bu zaaftan kurtulamayacağım her halde. Kendimi bazen bir mahruti çadıra benzetirim. Dürülü, bükülü bir çadıra. Açılıp bir yere kurulmak istediğim zaman, bir mekâna sağlam bir şekilde tespit edilmek isterim. Bu demektir ki, gönlümce birkaç dost ile manevi âlemimi tahkim ederim.

Dostlar benim için her şeydir. Onlarla sevinir, onlarla övünürüm. Ağyarın ta’nına kulak asmam. Etrafım, semandar gibi ateşle çevrili de olsa endişe etmem.

İzmir'de doğup büyümüştüm. Ege’nin incisi, mitoloji ülkesi İzmir'de. Babam ilmiyeden bir zattı. Genişçe bir çevremiz vardı. İstanbul'da yüksek tahsil yaptığım süre içerisinde de pek değerli, bilgili, marifetli kişileri tanımak imkânını bulmuştum. Sonra, İzmir dahil, Anadolu’nun birçok şehirlerinde edebiyat öğretmenliği yapmıştım, öyle sanıyordum ki, artık bundan sonra tanıyacağım kişiler, bana şimdiye kadar tanıdıklarımdan farklı bir tesir veremeyeceklerdi.

Meğer, gerçek böyle değilmiş Yunus’un:

“Süleyman kuş dilin bilir dediler

Süleyman var Süleyman’dan içeri”

dediği gibi, gerçekten benim bilmediğim nice Süleymanlar varmış.

İşte Elâzığ’da, nice can dostları tanıdım ki, bunların benzerlerini başka bir muhitte bulmak çok güçtür. Bu çevre kişiliğini veren, nice geleneklerle temas ettim ki, bunlara bir başka vatan köşesinde rastlamak imkânsızdır.

Bunların hepsi benim için başlı başına birer manevi kazançtı. Ama benciliğimde hiçbir zaman izini kaybetmeyeceğim, öyle kıymetler gördüm, dost çevrelerinde öyle feyizli demler geçirdim ki, her zaman ararım onları...

Bu gerçek dostlardan biri, Naimi Efendigil’dir. Şimdi İstanbul'da, Üsküdar Müftüsü olan bu zat, Elâzığ'ın her zaman iftihar edeceği değerlerden biridir.

Bizi birbirimize Elâzığ'da, Mevlâna ihtifalinde Hz. Molla Hünkâr'ın ruhaniyeti tanıştırmıştı. İlk görüşmede ilmine, irfanına, kemaline, nüktedanlığına, natıkasına, hassasiyetine, hele gümbür gümbür gerçek Elâzığ şivesiyle konuşmasına, hayran olmuştum. Tam aradığım dostu, onun şahsında bulmuştum.

O geceden sonra Elâzığ’a kanım daha çok kaynadı.

Öyle ya:

“İzzet ü zillet Mekâna hep mekininden gelir.”

 

O ihtifalde, kendine özel, şive ve edesiyle Hz. Mevlâna'nın Mesnevisi’nin başındaki on sekiz beytini okuyuşu, açıklaması, Mevlâna âşıkı Yaman Dede’nin (Diyamandi Efendi) Hz. Mevlâna için yazdığı, şiirin inşadı hâlâ kulağımda...

Kadirbilir Elazığlıların Naimi bey’e olan saygılarını bilmekle beraber, Onu gerçek değeriyle kıymetlendirdiklerine kani değilim. Biz insanlar hep böyle insafsızızdır. Kocaman fazilet abidelerini, ufacık kusurlar icad ederek, nasıl acımadan yıkmağa çalışıyoruz.

Niçin insanların faziletlerine karşı gözlerimizi sıkı sıkı kapıyoruz da kusur ararken dürbünlerimizi, hurdebinlerimizi harekete geçiriyoruz bilmem? Tabi’i beşerî zaafımızdan!

Harput'un ismi ile müsemma bu efendisi, nemli gözlerle Elâzığ İstasyonundan ayrılırken, herkes yüreğinin ta derinliklerinde, bir nedamet acısı duydu gibi geldi bana...

Naimi bey de birçok faziletli kişiler gibi gafletlerle, tegafüllerle karşılaşmıştı. İlmiye sınıfından bir zattı. Devrinin kültürünü hazmetmişti. Uzun yıllar, müderrislik, hocalık yapmıştı. Babası, dedeleri, İslâm ülkelerinde bile şöhreti olan kişilerdi.

Kendisi bir ara sanıyorum ortaokulda öğretmenken, terfi zamanı gelmiş geçmiş; dilekçe vermiş, aldıran yok. Hakkını aramak üzere Ankara’ya gittiğinde baklayı ağızlarından çıkarıvermişlerdi.

Hocanın menşei kâfi değildi. Diploma isliyorlardı. İcazetnamenin, irfanın, okumanın, okutmanın bir anlamı yoktu bu adamlara göre!

Naimi bey, böyle bir muameleyle karşılanacağını hatırına bile getirmemişti Hemen gitti, yeni açılan Ankara Hukuk Fakültesi’ne yazıldı. Üç yıl sonra da anlı şanlı bir hukukçu oldu; fakat artık bu diploma budalası kadir bilmez cahillerle uğraşmayacaktı.

Bundan sonra, tam 24 yıl bir hukukçu boca olarak çalıştı. Hocalık onda araz değil, cevherdi. Şahsiyetinden ayrılmaz bir unsurdu.

Ben Elâzığ'a geldiğim zaman (1954) Üstad, kendi kendini emekliye sevk etmişti. Artık dâva almıyordu. Eşi lisede öğretmendi. Canan’ı İstanbul’da kolejde okuyor; onun hasreti yüreğinde, içli şiirleri, samimi mektupları elinde…

Küçük Kemal’i ile de evde arkadaşlık ediyordu.

Kur'an okuyor, kitap mütalâa ediyor, tâat ve ibadetle vaktini değerlendiriyordu. Ara sıra Fikret Memişoğlu müstesna, eski meslektaşlarının vefasızlığından şikâyet ediyordu.

Bazı günler, Lise caddesindeki evinin balkonunda bekler, biz okuldan dönerken cemilkâr sözler söyler, ikindi çayına davet ederdi. Birgün gene çaya davet etmişti ki, ben bir gün önceki ziyaretimi ima ederek şu veciz hadisi söyledim:

“Zûr gıbben tezded hubben”

(Aşırı ziyaret ediniz, muhabbet fazla olsun.)

 Üstad hiç düşünmeden, şu manidar mısra ile mukabelede bulundu:

“Meyân-ı asdıkâda, terk-ı külfet, şart-ı ülfettir.

(Dostlar arasında merasimi terk etmek, dostluğun ilk şartıdır.)

Bayıldım bu hazırcevaplığına hazretin...

Bir gün gene kendilerine yolda rastlamıştım. İmam-Hatip Okulundaki Arapça dersinden geliyordu. İltifatta bulunmak istedim, Bana Kemal-i tevazu ile dedi ki:

“Yok kardeşim aldanıyorsun, bende hiçbir şey yok. Ben kendimi biliyorum.” Kimin olduğunu bilmediğim şu beyti söyledi:

“Eblahânı dama çekmektir taazzumdan garaz

Yoksa herkes kendi vicdanında mikdarın bilir.” 

(Kendini büyük görmekten maksat, ahmakları tuzağa düşürmektir. Yoksa, herkes kendi iç aleminde, kendinin ne değerde olduğunu pekâlâ bilir).

 

Naimi Efendigil, dindar bir zattır, fakat taassuptan hiç hoşlanmaz. İnsanoğlunun aczinden, Cenabı Hakkın mağfiretinin şümulünden haberdardır.

Dinde samimiyetin, heyecanın anlamını iyi bilir. Din bilgisi olarak Mesih alel huffeyn”(mest üzerine mesih)’den ileriye geçemeyenlerin, cehennem tehditlerine iltifat edenlerden değildir.

Allah'ın ve Peygamberin gerçek müminlere müjdelerini pek kısa bir süre yaptığı vaazlarda dile getirerek Peygamberimizin (Güçleştirmeyin, kolaylaştırın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.) buyruğunu yerine getirirdi.

Ve sırası gelince de:

“Vaiz bizi tahvîf ile teşvişe bırakma,

Sen Mahkeme-i Rûz-u ceza dan mı gelirsin!”

diye cehennemin azgınlığını tarif ede ede bitiremeyenleri insafa davet ederdi. Daha çok söylenecek şey var.

Harput toprağının bu müstesna evlâdına Cenabı Haktan, uzun ve hayırlı ömürler dilerim. (İbrahim OLGUN)”