Bir 12 Eylül daha geçti. 

Sosyal medyada birçok tanıdığım 12 Eylül 1980 darbesiyle idam edilen adları anıyorlar; idamlara ve dönemin darbe mahkemelerine lanet okuyorlarken bir sonraki paylaşımlarındaysa özellikle "Diyarbakır’daki acı olayı özne yaparak" idam cezasının geri getirilmesini istiyorlardı.

Basında ve sosyal medyada yüksek mahkeme üyeleri, avukatlar, barolar, parti başkanları, sanatçılar, gazeteciler, din adamları, sendikacıların da idamdan yana açıklamalarını okuyoruz...

Kayıtları incelediğimizde, cumhuriyet tarihinde 1920-1984 yılı arasında 14 ayrı suçtan toplam 719 kişiye ölüm cezasının uygulandığını görüyoruz. Ülkemizde son infaz Hıdır Aslan’ın 1984'teki ölüm cezası olmuş.

Türkiye’de terör, kadın ve çocuk cinayetleri gibi toplumsal öfkeye yol açan olaylarda "idam" sözcüğünü her geçen gün daha çok duyuyoruz. Böylelikle konunun sürekli toplum önüne getirildiği ve tartışılma yaratılarak gündemin bu yolla sıklıkla meşgul edildiğine nicedir tanık olmaktayız.

Ceza hukukunun ortaya çıktığı ilk dönemlerden bu yana birçok davranışın suç olarak kabul edildiğini ve bunlara çeşitli cezaların uygulandığını, ölüm cezasınınsa en ağır yaptırım olduğunu görüyoruz.

Kimilerine göre “idam” insanoğlunun bilinçaltındaki şiddetin dışa yansımasıdır. İnsan acı ve eziyette çok yaratıcı bir zekâ barındırır:

Suda boğmak, diri diri boğmak, kazanda kaynatmak, fırına atmak, yırtıcı hayvanlara parçalatmak, diri diri yakmak, parçalamak, kurşuna dizmek, çarmıha germek, diri diri gömmek, külle boğmak, bambu ağaçlarının uçlarına bağlamak, iğneli koltuk, buzlu su, sivri bir piramidin üstüne oturtmak, mahkumu cinsel organlarından başlayarak bir testereyle ikiye bölmek, kör bıçakla öldürmek, kazığa oturtmak, kafasını balyozla ezmek, mağaraya duman doldurarak öldürmek, giyotin, asmak, fillere ezdirmek, elektrikli sandalye, taşlamak, yırtıcı kuşlara parçalatmak, derisini ve kafatasını yüzmek, yılan çukuruna atmak, böceklere yedirmek, topla gülle biçiminde atmak, deve derisi germek, ölümcül dövüş yaptırmak vb. gibi...

Ölüm cezasının ilk çağlardaki ortak özelliği ölmeden önce suçlunun ölüm süresini uzatarak acı çektirmek ve eziyet etmek odaklı olmasıdır.

Böylece, toplum salt suçluyu öldürmekle yetinmemekte, henüz canlı iken eziyet ederek ondan ve yakınlarından öç de almış olmaktadır.

Toplumların çoğu ölüm cezasını bir kan davası, bir ahlâk ve onur sorunu olarak görür. Bu bir çeşit kişisel bir haz ve doyum duygusu istemidir. Bir anlamda da eğitip, öğretip, geliştiremediğin toplumu döverek düzeltmeye çalışmaktır.

Masum çocuklara, bebelere, güzelliklere, savunmasız kadınlara, kızlara kıyan sapık katillere hoşgörülü bakamayız. Ceza hukukunda bu suçlular için düzenlenmiş; "ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası" da en az ölüm cezası denli etkilidir.

Ama ülkemizde ne yazık ki, sık çıkan aflar, değiştirilen ceza infaz yasaları, hükmün açıklamasının geri bırakılması, iyi hal indirimleri gibi işlerle en azılı suçlular bile kısa sürede içeriden çıkarlar.

40-50 yıl hapisle yargılananın 2 ayda serbest kalması gibi olaylar toplumda vicdanları yaralar ve adalete bir güvensizlik doğurur.

Ölüm cezasının ise ülkelerin yönetim biçimleriyle yakın bir ilişkisinin olduğunu söylemek gerekir. ABD, Japonya gibi demokrasisi gelişmiş ülkeler dışında dünya genelindeki idamların neredeyse tamamı İran, Suudi Arabistan, Irak, Çin ve Pakistan’da gerçekleşmektedir.

Dünyada kadın ve çocuk cinayetlerinde ilk sıralar yine Afganistan, Pakistan, Hindistan, Afrika, Tayland, Mısır, Latin Amerika ülkeleri ve Çin’indir.

ABD’de de ölüm cezası uygulanan Kaliforniya gibi eyaletlerde cinayet ve öteki suçların oranlarında hiçbir azalma olmamıştır.

Ülkemizde idam cezasına denk gelen ağırlaştırılmış müebbet hapisle yargılanan yüzlerce insanın mahkeme sonunda beraat ettiği gerçeğini de unutmayalım.

Ama idam cezasının geri dönüşü yoktur.

Ölüm cezası, siyasal iklimden etkilenen yargı sistemlerinde büyük tehlikeler ve zararlar doğurur. Bunun en basit örneği Adnan Menderes ve arkadaşlarıdır.

Hukuk sistemleri kusursuz değildir, ben Ankara Hukuk Fakültesine girdiğim 1988 yılından bu yana geçen 36 yılda, birçok davada şunu gördüm ki, haklı olan her zaman kazanamaz. Haksızken kazandığımız, haklıyken yitirdiğimiz davalar olur...

Gücü olan, kendini iyi savunan, iyi ifade eden, pişkin yüzlü, parası olanlar; yoksula, kimsesize ve içe kapanık kişilere göre her zaman bir adım öndedir ve toplumu, kamuoyunu yönlendirmeyi daha iyi başarırlar.

Hukuk bilinci yeterince gelişmemiş toplumlarda, ölüm cezasının, hak eden yerine karşıt görüşlü ve hedef gösterilen kişilere uygulanmayacağının garantisi yoktur.

Güç sahiplerinin hedef gösterdiği tüm insanlar risk altındadır.

Tarihte de Antoine Lavoisier, Giordano Bruno, Michael Servetus, Socrates, Molla Lütfi, Piri Reis, Nefi, Ebu Hanife ve daha birçokları güç sahiplerinin istemleri ya da hedef göstermeleriyle haksız yere idam edilmiş tarihsel kişiliklerdir.

Özetle; çözüm, çocuklar, kadınlar, korumasız bireyler için güvenli ve sağlıklı koşulların yaratılması, gerekli önlemlerin alınması, bu suçlara indirim ve af uygulanmamasıdır.

Sapıklığın, caniliğin, utanmazlığın, ahlaksızlığın, sapkınlığın giderilmesi de eğitimle, sağlıklı bir toplum yapısı, toplumun ve bireyin bilinçlendirilmesiyle olur.

İnanıyorum ki, akıl, ahlâk ve bilginin yüceltildiği; kitabın, bilimin, resmin, sinemanın, sporun, edebiyatın, tiyatronun, şiirin yaşamın merkezinde tutulduğu bir toplumda canilik, sapıklık ya da sapkın suçlar en son rastlanılacak eylemler olacaktır.

Yazıyı büyük felsefeci ve hukuk insanı Cesare Beccaria Bonesana'nın bir sözüyle bitireyim:

"Suçları önlemek mi istiyorsunuz? O zaman bırakın bilimin ışıkları özgürlükle birlikte olsun."