(…) Toprak sahipleri, ilk gün­lerde pancar ekiminin maddeten daha kârlı olduğunu anlamışlarsa da yancılar buna kolay kolay yanaşmamış­lardır. Ekip biçmede müşkülât ve bilhassa hububat ekme alışkanlığı, buna sebeptir. Ancak bu eğilimler, sonradan tersine bir görünüme bürünmeye başlamıştır. Öyle ki, yarıcı, pancar gelirinin hububata nazaran çok yüksek olduğunu anlamış ama toprak sahiplerinden bir takımı, türlü etkilenmeler ve düşünceler altında, pancar ekimine karşı gelme yolunu tutmuştur.

Bu etkilenmeler arasında parti muhalefetlerini, hizipleşmeleri, politika çekişmele­rini de saymak mümkündür. Bu esef verici durum, pan­car ziraatını esaslı bir şekilde müşkülâta uğratmak şöy­le dursun, pek hayırlı ve bereketli bir tasfiye işçiliğine doğru yönelmiştir ki içeriği şöyle özetlenebilir:

Yarıcı, çıkarını kollayarak pancar ekimi için harekete geçti. Bir­çokları da toprak sahibine danışmadan tarlalara pancar tohumu serptiler.

Mal sahiplerinden bir kısmı muhale­fete devam etti, bir takımı da tehdide, hatta zora baş­vurma yoluna saptı. Fabrika ziraat teşkilâtı, köylünün ayağına kadar giderek, pancarın kârını ve verimini fiilen çiftçiye gösteriyor, tohum ve haşarat ilâçlarını veriyor, makine ve diğer avadanlıktan emanet ediyordu. Sistemli bir şekilde devam eden propaganda ve fiili müdahaleler, bölgelerde bire dört pancar mahsulü elde edilmesi sonucunu doğurdu.

Bu, bir dönümden dört ton pancar üretimi demekti. Dört ton pancar, ortalama olarak 400 lira getiriyordu. Dönüm başına 400 lira, Türkiye ziraat tarihinde görülmemiş bir gelir sayılabilirdi.

Bir taraftan da talihsizlikler ortaya çıkıverdi. Bazı bölgeler kuraklık gördü, mahsul alamadı, zarar etti. Fabrika ziraat teşkilâtı gayretlerini arttırdı. Bilmeyen, toprak sahibinin muka­vemetine yenilen veya elle tutulacak derecede bariz olan kârı anlamamakta ısrar eden küçük toprak sahiplerine, dışarıdan ortaklar buldu. Meselâ Trabzon halkından bir aydın çiftçi geldi. Elazığlı küçük toprak sahibiyle anlaştı pancar ektiler. Büyük kâr sağladılar.

Bugünkü durum budur. Direnme ve dayanma kimi bölgelerde devam etmektedir. Fakat etmenlerden biri ayrı tutulursa, bütün direnişlerin tez elden kırılacağı muhakkaktır. O ayrıcalıklı etmen de şudur:

Alışkanlık!

Buğday ve arpanın kolay ekimine, yüzyılların ötesin­den bu yana alışmış olan köylü, pancar çapasının zorlu­ğundan kaçıyor. Sulama zorluğundan kaçıyor.

‘Er geç bu da yenilecektir. Elâzığ Şeker Fabrikası, tam kapasitesiyle, yani yıllık 150 bin dönümün mahsulü üzerinden çalışacaktır.’

Tırnak içindeki söz, fabrika ziraat müdürü İhsan Ekimeri’nindir. İhsan Ekimeri de idealist şekercilerden biridir. Toprak işleme işini, Türkiye ziraat politikasını, kendi görüşüne göre bir sisteme bağlamış ve yürümeye başlamıştır. O politikanın, tam memleket gerçekliklerine uygun bir görüşe dayandığını kimse inkâr edemez.

Elazığ Şeker Fabrikası’ndan ayrılma zamanı geldi, sevgili okuyucular. Bu bahislerde imkân olsa da tanık­lıklarımı bütün ayrıntılarıyla anlatsam...

Bunu çok is­terdim. Bu sayede, medeniyete ve (refah devrelerine gi­riş) tarihimize malzeme olacak bir şeyler verebileceğimi umuyordum. Böylece de ana noktaları belirtmek kısmen mümkün oluyor ama bu yazıların tam bir monografi de­ğeri olmadığı da muhakkak.

Ben veya başkaları, günü­müzün ana meseleleriyle ancak üzerinde yürüdüğümüz zemin, aracılıyla temas edebileceğiz. Yeryüzünde hak ettiğimiz mesut mevkii alabilmek için ancak bu yoldan ilerleyip bu doğrultuda hareket etmemiz gerekir. Tam da bu yüzden, bir böbürlenme gibi sayılmasın ama kabatas­lak şekilde bir yeniden dünyaya geliş tarihçesi meydana getirdiğime, ben şahsan inanıyorum.

İşte şirin salonlardan ayrılıyoruz. Birer mimari şahe­seri olan binalardan, birer süsleme, dekorlama örneği sayılabilecek olan duvarların, tavanların, döşemelerin arasından, kederler içinde sıyrılıyoruz. Bunları meydana getiren yaratıcı Mimar Ecved Özlem’i de son defa olarak, anmak ve selâmlamak fırsatını ele geçiriyoruz.

Uçak meydanına doğru ilerleyen arabamızda, fabri­kayı bana tanıtmak hususunda elinden geleni yapmış olan kıymetli idare âmiri Nurettin Çam da var. Müdür anlatıyor:

İşte Habusu köyü... Buralarda oturanlar, bundan üç yıl evvel, Elazığ şehrini bile görmek istemeyen kişilerdi. Bu yollardan binlerce kamyonla yüz binlerce ton maki­ne taşındı. İnşa malzemesi taşındı. Bu çocuklar, hep sey­rettiler bu kamyonları... Sonra memurlar, mühendisler, daha sonra hanımları, kızları, gidip geldi. Köy kadınları yollara çıkıp seyrettiler... Sonra delikanlılar kravat tak­maya, koyu renk kostüm yaptırmaya başladılar.

Biraz ilerde Alişam köyündeyiz. Araba ağırlaşıyor. Müdür anlatıyor:

Bu köyün kadınları, fabrikamız meydana çıktıktan sonra şehir sinemalarına devama başladılar. Manto gi­yenler görüldü. Fabrikadaki hanımlarla ahbaplık kuran­lar oldu. İnsan yüzüne çıkmayan genç kızlar, fabrikada iş tutup gündelik almaya giriştiler. Çeyizlerini arttırma yolunu tuttular. Çocukların ayağına pabuç geçti. Dok­torlar buralarda durakladılar, köy hastalarını muayene âdetini çıkardılar. Biz medeniyet getirdik demiyoruz. Biz kimiz ki? Ama buralarda bir varlık olarak gözüktüğü­müzden kimse şüphe edemez. Böylece münevverlik va­zifemizi de seve seve başarma yolundayız.

İhsan Duman’ın gözleri dumanlanıyordu galiba ya da bana öyle geldi.”

(SON)

KAYNAK: (İLHAN TARUS- UZUN ATLAMA, Cumhuriyetin Şeker Fabrikaları, Bir Endüstrileşmenin Romanı, h2o kitap, 2018)