Çok üretken bir ozan olan tanınmış Balıkesirli Zâti bir şiirinde, ressam Behzat’ı anlatırken: “Asel resmeylese zenbûr üşerdi ../.. Şeker resm itse konardı megesler” diyor. Yani Behzat'ın çizdiği bal resmine arılar üşüşür, şeker resmi yapsa sinekler konardı" diyor. Bu anlatımdan etkilenmemek olası mı?
İşte, “dil”, insanlık sürecinin kaynaklarından biridir. İnsana özünde ne verilmişse dille biçimlenir, dille gelişir, dille yaşar.
Bilim ve insanlık tarihi, insanda dili varlık koşullarının birincisi sayan bilgeler görmüştür. Öteki canlılardan ayıran en temel özelliktir bu.
Dil geçmişi bugüne taşıyan, geçmişi ve kültürü bir kale gibi ayakta tutan bir varlık. Geçmiş, dilin ürünüdür. Dil olmadan ne tarih ne yazın ne bilim ne felsefe ne de düşünce gelişir.
Bu yıl yitirdiğimiz Prof. Dr. Zafer Gencaydın Hocam ile geçtiğimiz yıllarda bir karşılaşmamızda, Zafer hocam, günümüzde halk olarak ortalama 400-500 sözcük ortalaması ile konuşup, yazdığımızı, Türk akademisyenlerin de bu orandan çok ileride olmadığını söyleyince, şaşırmıştım. Oysa, Batı'da bu rakam bizimkinin 6-7 katı. Buradan yukarıda saydığım dallarda geride olmamızın bir nedeninin de dil olduğu kolaylıkla anlaşılmıyor mu?
Gerçekten de ilkel insanın mağarasına yaptığı resim ve işaretlerden, en kusursuz resim ve yazın yapıtlarına varıncaya değin kaynak dildir, yazıdır. Dilin gelişimi ile toplumun gelişimi birbirlerinden ayrılamaz. Geçmişi yaşatan, bugüne taşıyan dilin yazıya dönüşmesi de uygarlığın gelişimine en büyük etkendir. Sümerlerin, Mısırlıların, Hititlerin binlerce yıl öncesinden günümüze gelen yazılı belgeleri bunu ne güzel kanıtlıyorlar.
Bir bilim insanı “tüm edebiyatımızla, Dede Korkut’u ayrı kefelerde tartsak, Dede Korkut daha ağır basar” derken kuşkusuz bunu anlatmak istemiştir.
“Alim unutmuş, kalem unutmamış.”, “Söz kulağa, yazı uzağa”, “Söz uçar yazı kalır” gibi de değerli atasözlerimize karşın Yahya Kemal’in Türk toplumunun en büyük eksikliğinin “nesirsizlik” ve “resimsizlik” olduğunu söylemesinde de bir haklılık payı vardır.
Bir toplumu yaşatacak en önemli varlıklardan biri dildir. Emile Zola yazıya geçmiş düşüncenin dışında geri kalan sözlerin bir değerinin olmadığını söyler. Yani dil, yazıya dönüştükçe kalıcı olur. Bize ve kendi yöremize ilişkin şeyler içeren, geçmişe dönük bir yazı, bir resim bir şiir gördüğümüzde hepimiz büyük heyecan ve mutluluk duyarız.
Yerel kültürde de evrensel kültürde de tarihe, topluma verilecek en güzel yapıt, gelecek yüzyıllara kalıcı olabilecek, bize ait olanı o günlere taşıyacak olan resim, yazı, şiirdir. Bu ülke için Mimar Sinan neyse Karacaoğlan da odur. Mimar Sinan’ın yapıtları kadar Karacaoğlan’ın yapıtları da varlığımıza katkı yapar.
Mevlâna “Kelâmından olur malum kişinin kendi miktarı” derken Pir Sultan da “Mecliste arif ol, kelamı dinle” demekte. Bugün dilimizin yoksullaştığını, yazarlarımızın, gazetecilerin, televizyoncuların Türkçeyi, hele de öz Türkçeyi tümüyle unuttuğu, Batı kökenli ya da Arapça-Farsça kökenli sözcüklere merak sardığı bir dönemdeyiz. Bir kez daha söyleyelim: Osmanlıca diye bir dil yoktur, dilimizin adı binlerce yıldır Türkçedir. Bu Osmanlılık düşüncesinin temel alındığı Tanzimat devrinden kalan başarısız kalmış bir çabadan başka bir şey değildir. Tanınmış arşiv araştırmacısı Sinan Çuluk’un da dediği gibi: “Benim dilim Türkçedir. Dedemin dili de onun dedesinin dili de Osmanlı padişahlarının dili de Türkçeydi. Bu hususta bundan başka doğru yoktur.”
1970’lerde konuşan, yazan insanla günümüz insanı arasında -gelişen bilim ve teknolojiye ve bilgiye daha kolay kavuşma olanağına karşın- korkunç bir uçurum var. Konuşmayı, yazmayı dolayısıyla düşünmeyi gün geçtikçe unutuyoruz. Yukarıda da belirttiğim gibi, sokaklarda, televizyonlarda, gazete sayfalarında, radyolarda 400-500 sözcük ile sınırlı bir dilin, kültürün, düşünce dünyasının zenginleşmesine büyümesine olanak yoktur.
Son günlerde çok sık duyduğumuz eğitim ve öğretimde, kültürde sağlanamayan ilerlemenin nedenini de burada aramak gerektiği düşüncesindeyim. Çünkü günümüz Türkiyesinde şiir de roman da öykü de felsefe de can çekişiyor. Karacaoğlan’ı, Pir Sultan’ı, Dadaloğlu’nu, Yunus Emre’yi, Şeyh Galip’i bilmeyen, şiir yoluyla, felsefe yoluyla düşünemeyen-sorgulama yapamayan toplumun televizyon tartışmaları, yandaş gazete manşetleri, Twitter, Facebook polemikleri ile kültürel ve düşünsel anlamda ilerlemesi pek kolay görünmüyor.
Bu, yoldan tuttuğunuz birine “gel şu piyanoda ‘Clementi Sonatı Opus XXVI No:1’i çal bakalım” deyip de ondan bunu çalmasını beklemeye benziyor. Buradan sonuç beklemek de bizim gibi masallara, söylencelere meraklı toplumların işi olsa gerek.