Elazığ’da yayınlanmış Çıra dergisinin Nisan 1965 tarihli ikinci sayısının on dördüncü sayfasında Abdülkadir Özbek adlı yazarca kaleme alınmış aşağıdaki yazı bazı sorular soruyor ve onlara yanıt arıyor. Çıra dergisi, 1960’ların yerel ve evrensel kültürel zenginliğini ve hoşgörüsünü gösteren sanatsal ve yazınsal yönü güçlü bir dergi. Elazığ Barosu avukatlarından, şair, yazar hukukçu Kemal Burkay’ın yöneticisi ve sahibi olduğu Çıra, uzun sürmeyen altı sayılık yaşamına karşın Elazığ kültürüne katkı sağlamış ve takdiri hak etmiştir. Aşağıda derginin ikinci sayısının on dördüncü sayfasındaki Abdülkadir Özbek’in yazısını beğeninize sunuyorum:
NEDEN BÖYLE OLDUK
Abdülkadir ÖZBEK
Türk ulusunun eski komşuluk ilişik¬lerine ait bilgimizi yokladığımızda kıvanç duyduğumuz gibi, beklenenlerin dışında olumsuz olaylara tanık olmakla da üzül¬memek elden gelmiyor.
Şirin bir ilçemizin dağlık bir kesiminde, 1000 metre yükseltide, 350 nüfuslu, tümü Türkçe konuşan, defalarla İstanbul'a gidip gelmiş, Hanya’yı, Konya’yı öğrenmiş insanlarla dolu, yıllardan beri okulu ve camisi bulunan Yürekkaya köyünde olup bitenlerden salt birini birlik¬te izlememiz tümümüzü aynı kanıda bir¬leştirir inancındayım.
Köy. Fırat kıyısında, Adana’nın ıh¬man iklimine yaklaşık bir iklime, onun¬la at başı giden, erken turfanda yetiştir¬meye ve yılda üç ürün verebilecek verim¬lilikte, seyrine doyulamayan doğal bir görünüşte, bağlı, bahçeli örnek bir Ana¬dolu köyü kimliğindedir.
Bu denli olumlu bir ortamda bulunmasına karşın, bugüne dek o çevrede yatırım yapmak (Millî Eğitim hariç) kimsenin aklına gelmediği gibi, özellikle Elâzığ’ın bile ekonomik durumunu etkileyebilecek nitelik taşıyan turfandacılığa değinen hiç kimse çıkmamıştır.
Aslında dağlık bir yer olmasının so¬nucu olarak az olan toprak, nüfus artı¬şı, miras bölüşülmesi gibi etmenlerle küçüle küçüle aileleri besleyemez, fiyatının yüksekliğinden yanına varılamaz hale gel¬miştir. Buna karşın, güçlükleri göğüsle¬meye alışkın kişisi ne yapmış yapmış da¬ğı-taşı alınteri dökerek kendine tutsak duruma getirmiştir. Bu durumun sonun¬da geçimini sağlayacak tarım türlerini ye¬tiştirerek görenlerin beğeni ile karşılayacakları kuruluşlara gitmişlerdir.
Bu denli bir çaba ile hem ekmeğini kazanma yolunu bulmuş hem de (bizim topraklarınız bereketsiz halkımız da tem¬beldir) diyen ve senede bir kez olsun gitmedikleri halde ‘o köy bizim köyümüzdür’ sözünü kolaylıkla söyleyebilen, sorunlara masa başında çözüm yolu arayanları utandırmıştır.
Ailelerin güçlü ve bilinçli bireyleri bu denli olumsuz bir ortamı olumlu yöne çe¬virmede çaba gösterir ve başarı sağlar¬ken, diğer bir kısım bireyler de toplumlunuzu senelerdir uğraştıran, toplumsal, eko¬nomik ve sağlık yönlerinden gedikler açan gurbetçilikle yollara düşmekte, böylece gurbet çevreleriyle bu küçük toplum arasında kumlan ilişki devam et¬mektedir.
Bu gidiş ve dönüşler iyi orga¬nize olanağından yoksun bulunduğundan, giden gittiği yerde, kalan da kaldığı yer¬de norma! yaşantılarını sürdürememektedirler. Gurbet dönüşünün görünümü de şöyle özetlenebilir:
Kendine bir giysi, yokluğu ile sosyal ve sağlıksal olumsuz¬luklar içine düşen eşi ve çocuklarına bir iki incik boncuk, eşe dosta çeşitli sigara¬lar ve birkaç kuruş para. Bunların ya¬nı sıra, kötü beslenme, gücün dışındaki işlerden bozulan sağlık ve aile bağlarının gevşemesi gibi olumsuz sonuçlar. Bu so¬runu çözüme götürdüğümüz gün, bu çevrenin insanı daha mutlu, toplumuna daha yararlı olacak ve aşağıda değinece¬ğim acı olayları ortadan kaldıracaktır.
Bu ortam içinde yaşamaya alışık insanların durumlar günden güne iyiye yönelmekte iken, kişisel çıkarlarını top¬lumun ezilmesinde bulan, komşusunun bacasından duman çıkmasına dayanamayan bazı ruh yoksunu kişiler, arpa-buğday karışımı bir ekmeği katık olarak soğanla çökeleği, konut olarak ahır¬dan farksız bir yeri buldukları zaman, mutlu olmasını bilen ve yurttaşlık gö¬revlerini uslarının erdiğince yerine ge¬tirmekten kıvanç duyan bu insanları ya¬şantılarından ayırmaya kalkmakta ve bu denli davranışlarım Türklükle bağdaşmayan bir yöntemle ortaya koymaktadırlar.
Kötü kişi, mutluluğunu kıskandığı insanın, dişini tırnağına katarak kaya kovuğunda, dere yamacında, su kenarın¬da yetiştirdiği ve geçimini ona bağladığı meyveli, meyvesiz fidan ve bahçesini ge¬ce yarısı kesmekten kıvanç duymaktadır. Bu çevrede bulunduğum beş gün içinde altıncı bahçe kesilişini gördüm acıyla. Bu yazıları yazdığım sırada kar¬şı odadan ve köyün çeşitli yerlerinden, kadın-erkek, çoluk-çocuk sesleri duyu¬luyordu.
Bu sesler, seçim kaybeden siyasinin, itibarını kaybeden kodamanın, zarar eden müteahhidin sesi değil, ekmek se¬si, ölüm kalım sesidir. Etkilenme¬mek ve aynı tonla yanıtlamamak elde değil.
Nerede ulusal ozan Mehmet Emin Yurdakul'un ‘Ey hemşeri, sakın kesme yaş ağaca balta vuran el onmaz’ diye başlayarak ‘Sakın kesme, aziz vatan günden güne şenlensin’ dizelerini dille¬rinden düşürmeyen aydınlarımız?
Nerede ‘yaş kesen baş keser’ telkininde bulunması gereken hocalarımız, aydın din adamlarımız?
Nerde ‘oyunu bana ver, seni refaha kavuşturacağım’ diyen siyasilerimiz?
Nerede bu sorunu eğitim yolu ile yok edecek eğitim düzenimiz?”