“Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk devletinin genç Türk Cumhuriyetinin temeli burada atıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu semadaki şehit ruhları, devlet ve Cumhuriyetimizin ebedi muhafızlarıdır. Burada esasını vazettiğimiz "Şehit Asker" abidesi işte o ruhları, o ruhlarla beraber gazi arkadaşlarını, fedakar ve kahraman Türk Milletini temsil edecektir. Bu abide Türk vatanına göz dikeceklere Türk'ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, savletini, kudret ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır."

(Gazi Mustafa Kemal Atatürk 30 Ağustos 1924 / Afyon - Zafer Tepe temel atma töreni)

BİR SENE EVVEL BU GÜNDÜ

Bir sene evvel bu gündü. Boşanan mübarek topların uğultusu hâlâ kulaklarımızdadır, her taraftan sararak yürüyen kolordumuzun trampete velvelesiyle hâlâ kalbimiz çarpıyor, Dumlupınar’ın bu kıyamet gününü, etrafına ikide birde gülle düşen bir köy evinden, çarpışan kılıçlar gibi ateşin gözleriyle, gülümseyerek seyreden başkumandanın ince, bülent, güzel hayali hâlâ gözümüzde tütüyor.

Geçen sene bugün Rumluğun ordularıyla, Türk orduları karşı karşıya, yüz yüze geldiler.

Ey ulvî cidal! Ey güzel gün! Seni bu halk binlerce sene sonra bile unutabilir mi?

Geçen sene bugün Dumlupınar’daki meydan muharebesine asıl adını veren askerler büyük Türk müncîsinin adını tarihe hakkettiler.

O günün darbesiyle Uşak’ta esir düşen Yunan başkumandanı General Trikopis galip başkumandanın karşısına çıktığı zaman, meydan muharebesine dair kısa bir mükâlemeden sonra “Nasıl Mareşal! Muharebe olurken siz orada cephenin önünde mi idiniz?” Diyerek şaşmış ve “şimdi niçin mağlûp olduğumuzu anlıyorum!” sözlerini söyleyerek başını yere eğmişti.

“Başkumandan Meydan Muharebesi” unvanının tuğra tarafını bizim askerlerimiz yazdılar; fakat yazı tarafı düşman başkumandanının bu şehadetinde meknuzdur.

Tam üç sene “düşmanı vatanın harîm-i ismetinde boğacağız!” Tam üç sene “milletin tâlî’-i menhusunu yenmek lazım” diyen ulvî insan o gün orada sözünü bizzat yerine getirdi. Üç sene o zamana göre, uzun bir devre idi.

Fakat Erzurum’dan Dumlupınar’a kadar olan yollar da uzundur. Yunan ordularını o gün orada boğan serdar, bir milletin vahdetini yoğura yoğura, merhale merhale, Erzurum’dan Sivas’a, Sivas’tan Ankara’ya gelmiş ve ne yaman, ne uzun, ne fecî maceralardan sonra muzafferiyet ordularını tertip ederek Dumlupınar önüne gelebilmişti.

Gerek dış düşmana gerek iç düşmana karşı senelerce sürmüş bu mücadelenin gûna-gûn safhalarını ancak tarihin ciltleri nakledebilir.

Yalnız İsmet Paşa’nın dinamit gibi toplu sözlerinden beri muzafferiyet ordularının nasıl yaratıldığını iyi tarif eder.

Garp Cebhesi’nin galip kumandanı der ki: “Muzafferiydi kazanabilmek için ordu lâzımdı, orduyu yaratabilmek için muzafferiyet lâzımdı! İşte bu iki zıt ucu bir yere getirdik!”

Afyonkarahisar’ında vuran, Dumlupınar’da boğan ve İzmir’de yıldırım gibi inen ordular böyle vücuda geldiler!

Muzafferiyete kadar olan üç senelik maceraların her biri bir milleti hayatından müebbeden me’yus edecek derecede zehirlidirler.

Fakat milletin başına geçen insan bize onların zehrini bir an hissettirmedi. Halife ordularının saldırılarından, Eskişehir’in ziyâından, Yunan ordularının Ankara üzerine yürüyüş günlerine kadar kendimizi her saat muzaffer hissettik, bu kalp kuvvetini hepimize o veriyordu.

İzmir baskınından sonra Anadolu’ya çıktığı zaman emrine amade ordular bulmadı:

Bulamayınca da fertleri ordular gibi kullandı; o fertleri birer ordu kuvveti nefhetti; onlardan niceleri şehir şehir tüten isyanları bastırdılar, Gaziantep ve Urfa gibi şehirlerimizi kurtardılar, birer avuç yiğitle dev gibi ordulara karşı durdular.

Fransız müverrihi Michelet der ki: “Fransız İhtilâli yirmi dört saat içinde bir adamı dâhi ediyordu!”

Fransız İhtilâli fertlerin fevkinde bir fırtına idi, biz asırlardan beri devletçi ve ordu hâlinde bir millet olduğumuz için milletin timsali olan bir fert bizde fırtınanın fevkinde tecelli etti.

Millet bütün kuvvetlerini ona vermiş, o, sonra millete tevzi ediyordu diyebiliriz.

Başkumandan Meydan Muharebesinin ilk yıldönümünü tes’it ederken hissediyoruz ki tes’it ettiğimiz bugün ne bir inkılâbın hatimesidir, ne de bu inkılâbı sevkeden adamın son eseridir; evvet kuvvetle hissediyoruz ki bu da “Sakarya” gibi bir merhaledir.

Bu büyük işin henüz hatimesinde değiliz. Muzafferiyete kadar “vatan”ın kurtuluş devresinde yaşıyorduk; şimdi de “millet”in kurtuluş devresine gidiyoruz. Bu merhaleyi de şiddetli bir ateşle yaşayacağız.

Tarihin herhangi bir kumandanı için “Anafartalar” müebbet bir şan ve şeref hatimesi olabilirdi.

Hâlbuki bu memleketi kurtarmaya gelmiş büyük adama “Anafartalar” ancak bir başlangıç oldu.

Talihin orada yaman bir örs üzerinde dövdüğü dehanın “Sakarya”da parladığını “Dumlupınar”da galebe ettiğini gördüğümüz gibi eserinin kemalini de göreceğiz.

YAHYA KEMAL BEYATLI

EĞİL DAĞLAR

31 Ağustos 1923 (Hâkimiyet-i Milliye, No. 903, 31 Ağustos 1923)

C E M B A Y I N D I R K Ö Ş E