Doğu ve özellikle Müslüman ülkelerinde insan hayatı, birbirinin zıddı olan helal-haram, günah-sevap kavramları ile şekillenmiştir. Bunların mükafatı veya hesabı bu dünyada değil öteki dünyada sorulur. Esas saadet öbür dünyadadır. Toplumsal yarar-bireysel maliyet analizi onun için soyut vicdani bir değerdir. Kur’an’i İslam yerine geçen ve aklın kullanılmasından ziyade geleneklere dayanan anlayışın geliştirdiği bu değerler batı toplumunda yerini meşru-gayrı meşru kavramlarına bırakır. Bu dünyanın hesabı seküler hukuk kurallarıyla bu dünyada sorulur, topluma karşı işlenmiş suçların cezası öbür dünyaya bırakılmaz. Toplumsal yarar-bireysel maliyet analizi yapılmadan karar verilmez ki; aslında İslam dini de buna uygun kuralları vaz eder.
Özellikle Osmanlının uzun devlet hayatında ve düşüşün başladığı dönemlerde yolsuzluk ve rüşvetin en yaygın olduğu alan adalet sisteminde kendini göstermektedir. Feodal ahlak kamusal/toplumsal ahlak bilincine ulaşmadığı için, vicdanları sızlatan rüşvet, ahlak yarası değil bahşiş olarak değerlendirilmiştir. Maalesef; helal-haram terbiyesi ve İslam ahlakının bolca öğretildiği okullarda yetişip suyun başına geçenlerin vicdan azabı duymadan boğazına kadar haram lokma dizmeleri, hesabın nasıl olsa öbür dünyaya bırakılmasıdır. Bu işleri yapanlar aslında öbür dünyaya gerçekten inanmayanlardır. Çünkü öbür dünyada hesap vereceklerine gerçekten inanan insan bu tür işlere tevessül bile edemez. Devlet gücüyle, nüfuz ticaretiyle zengin olmak, lokma ve hırka Müslümanı için ‘’saç-sakal’’ kadar önemli değildir. Ehli Sünnet itikadının görüşü dikkate alınmaz: ‘’İmam/Halife kamu mal ve haklarından bir şeyler aşırarak halka ihanet eder veya idarede zulme saparsa halifeliği iptal olur, vereceği hüküm geçerliliğini yitirir.’’
Bu anlayışın felsefi ve vicdani arka planı, Kur’an ve sünnete aykırı din dışı ahlak çöküntüsüdür. Kendinde olmayanı başkasına satan kişi, yozlaşmış ahlakıyla ‘’adam’’ kategorisinde nefes alıp veren biridir. Haram üzerinden ömür tüketip yolsuzluğa ve hırsızlığa suskun kalanlar, namaz ile yolsuzluğu ahirete beraber götürürler. İkisinin yeri ayrıdır; yolsuzluk ibadeti engellemez! Yine maalesef; toplum huzuruna ve hukuka riayetin dini çürük (!) gelişmiş refah toplumlarında görülmesi; topluma bakacak yüzüm kalmadı diye harakiri yapan siyasetçilerin, ilahi ve imani kaynağı olmayan Budist öğretilerden çıkması, bizim umurumuzda bile değildir.
Toplumsal ilişkilerde Doğu insanı için belirleyici olan, inancın ve bilgeliğin imani mesajlarıdır. Bu kültürün değişmez bilgilerle dolu olan ders kitapları vardır; geleneksel mesajlara, yargılara aykırı düşünceler, haşa ilahi nizamı bozucu eylemler olarak algılanır. Şeyh ve Hoca efendiye karşı çıkan veya yenilik öngören, hain, dönek veya satılmıştır. Geleneksel bilincin gelişme saydığı şey, evrensel üretimler yapmak değil, sadece ders kitabındaki bilgilerin okunup hazmedilmesi, vaaz kürsüsünden belagatli şekilde sunulmasıdır. Gerçekte İslamiyet bu tür dogmatik düşüncelerin yıkılması için Yüce Yaratan tarafından gönderilmiştir. Gerçek Müslüman aynen günümüz Batı toplumundaki insanlar gibi; hoca öğüdü ve ders kitabıyla yetinmez, dünyayı yeniden okuyup kendi kitabını yazmak ister, kendisi ve başkasının yazdıklarına devamlı kuşkuyla bakar, daima yenilik ve değişim arar.
Batı toplumu rasyonel çıkarlar için birbirinden ayrışabilen, sınıfların rekabetine dayalı eşitlikçi ve hürriyetçi bir toplumdur. Toplumsal ilişkilerde bireyin çıkar ve tercihleri esas olduğu için, rekabet ortamında kendi gücüyle yalnız ve tek başına ayaktadır; içine doğan arzuları tatmine çalışır, isteklerini başkasının lütfuyla değil çalışarak ve emek harcayarak elde edeceğine inanır. Bu şekilde kurguladığı hayatında, elde ettiği ve kazandığı her şey aklının ve emeğinin ürünüdür. Yalnızlığa düştüğü zamanlar olur. Onun yalnızlığı dışlanmışlığın yalnızlığı değil, farklı arayışlar içinde oluşun yalnızlığıdır… Laboratuvarlarda, ekonomide, masa başında tüm insanlığa huzur ve refah getirecek bir değer ortaya koymak için çalışır. Geceler boyu aklı karışır, bilinci tutulur. Elli kere yapıp yüz kere bozduktan sonra bir değer ortaya koyar. Hayatın dinamik sorunlarıyla boğuşmaktan zevk alır. Batılı toplum insanları için sorgulanmayacak hiçbir bilgi yoktur. Bütün yeryüzünü mescit ve her meşru fiili ibadet olarak gören İslam anlayışını hâkim kılıp, insanlık hayrına çalışmalar yapmanın zamanı gelmedi mi?
Doğu-Batı uygarlığının ayırıcı vasıflarından biri de, cemiyet ve cemaat kelimesinin anlam bütününde görülür. Doğu insanı cemaatin Batı insanı cemiyetin üyesidir. Cemaatin odağında kendini mürşit hiyerarşisine bağlamış kul, cemiyetin odağında bireyleşmiş insan bulunur. Doğulu insan cemaat içinde var kılınıp terbiye edilir. Kendi çabası yahut taşıdığı liyakat ile yükselmez, kendisine sunulan konumu kabullenir. Liyakatin objektif kuralları yoktur, onu lütuf sahibi biri takdir eder. Buna mazhar olmanın yegâne şartı tarikat şeyhi, hocaefendi veya patrona sadakattir. Delail-i Hayrat kültüründe yetişen bazı Osmanlı padişahları kendilerini çoban, tebaayı ise güdülecek sürü olarak görmüşlerdir. Doğulu insan kendini topluma veya öndere daha kolay feda edebilir, arzularını bir lokma bir hırkaya dizginleyebilir, hiyerarşiye itaat ve verilen görevi yapmaya yatkındır. Bu nedenle silik bir kişiliğe mahkumdur. Cemaat dünyasından yeni bir düşünce, estetik yahut teorik bir yenilik filizlenmez. Batılı insan birey olma bilinciyle kendini fedadan önce isteklerini tatmin etmeye çalışır, toplumun aracına değil amacının odağına kendisini koyar. Onun için ödev değil inisiyatif önceliklidir, hiyerarşik kurallara değil, herkesin eşitlendiği doğal hak ve özgürlükler düzenine inanır.
Doğu-Batı toplumları arasındaki farklardan biri de Doğu’nun statik, Batı’nın dinamik olmasıdır. Bu durum her iki dünyanın bütün toplum ve zihniyet yapılarına sinmiştir. Batı kültürü ilerleme yeteneğini potansiyel olarak kendi özünde barındırır, kaynağını da insandan alır. Doğu kültürlerinin kaynağı ise mistik ve ilahidir. Doğu kültürlerinde egoizm ve keyfilik hâkim olup despotik yönetimler bireyselleşmeyi engeller. Cemaat kulları despot yöneticilerini kutsal sanıp eteğini öpmek için kendilerine olan tüm saygılarını yerlerde süründürmektedirler. Egoist insan doğal olarak toplumcu insan olamazlar; günü gününe yaşar, gündelik çıkarlar peşinde koşarlar. Emek ve sabır bu insanlardan uzaktır. Cemaat toplumu kabuğuna çekilmiş, içe dönük yaşayan, şikâyeti bazen kendine, bazen talihe, bazen de Feleğ’edir. Nefsine hâkim, kaderine razı, arzuları ise frenlenmiştir. Sefalet ve çaresizlik içindeki yoksul yığınlar dayanma gücünü işte bu kadere razı olma duygusundan alır. Kurtarıcı kahraman beklemeye yatkındır. Batılı insan ise dışa dönük yaşar, doğayı ve hayatı keşfetmek ister, arzu ve tutkularını dizginleme yerine tatmin etmeye çalışır. Kurtarıcısı da kendisidir hayatın kahramanı da..
Doğu dünyası ahlak ve kültürünü geleneksel değerlerden almıştır. Batılı insan kendini bir ideoloji, bilim ve uygarlık projesi yapmaya adamıştır. Doğu insanı için etno-kültürel ve feodal yakınlıklar öndeyken, Batılı kafa için evrensel insani değerler önemlidir. Batı uygarlığı maddi manevi tüm evrensel değerleri fonksiyonel aklıyla bulmuştur. Onun tek varlığı sınırsızca kullandığı akıldır. Onun aklı bir başkasını yüceltici yahut onaylayıcı değil, keşfedicidir. Aynı zamanda itiraz etmeyi ve sorgulamayı da içerir. Bugün için Batı dünyası ekonomik, teknolojik, kültürel her türlü kuvvet ve silaha sahiptir. Doğulu insan ise daima Batıya mahkûm, ona karşı ancak onun silahlarıyla mücadele etmek zorundadır. Suçlular ve güçlüler dünyasında Doğu sömürülen, sömürüldükçe fakirleşen, fakirleştikçe gayya kuyusuna yuvarlanan, bundan dolayı da sürekli hırslanan taraftır. Batının sömürmesi, sömürdükçe zenginleşmesi eşyanın tabiatı icabıdır. Doğu boşu boşuna hırslanır çünkü kaderini Batı değil kendisi çizmiştir.
Görülüyor ki uygarlık sorununda esas mesele, ilerlemenin yaratıcı manivelası insan ve akıl malzemesidir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran vasıf da, düşünen varlık oluşudur. Batı insanı, ortaçağ kafasından rönesans ve aydınlanma aklına, oradan sanayi devrimine, oradan modernite ve postmodernizme geçerken, geleneksel Doğu kültürleri ile demokrasi yeşertmek imkansızdır. Yüce Yaratan biz inanan kullarına, kutsal kitabında her seferinde aklımızı kullanmamızı ve düşünmemizi vazetmiştir. Öyle ise kendimize gelmenin zamanı değil midir?
Karalar, denizler ve havalarda, evimiz işyerimiz ve mutfağımızda, üstümüz başımızda, sağlık gıda ve beslenmede, eğitim, bilim ve bilişimde; ilaç, tıp ve sanayide, rahat ve huzur sağladığımız on binlerce alet- edevat, araç- gereç, eşya, kelime, kavram ve felsefi düşüncenin kaç tanesinde bizim kültür dairemizin izleri vardır? Bunların hepsi Batıdaki geceli gündüzlü çalışmaların, harcanmış evliliklerin, hayal kırıklığı ve şüphelerin, sabır ve azmin eseridir. Her yeni fikir ve icat belki on, belki yüz hüsrandan sonra başarıya ulaşmıştır. Beş yüz seneden beri başkalarının emeğini satın alarak, taklit ederek yararlanıldığı halde, karşılığında insanlığın uygarlık hazinesine tek bir katkıda bulunmayan kültürün, Batıyı dini çürük, ırzı kırık, ahlaksız diye horlaması ne ahlaki ne de vicdani değildir.