Türkiye'nin memurları bir adada barış görüşmeleri yapıyorlardı. Sonunda silahlar susacak, sulh olacak ve analar artık ağlamayacaktı. Nihayet anlaştılar, işlerini bitirdiler, bir gemiye bindiler, yüksek bir moralle, neşeyle rıhtıma çıktılar ve coşkuyla karşılandılar. Başkentte bayram havası esiyordu. Pek de taviz verilmeden barışa ulaşılmıştı. Silahların susmasını, anların ağlamamasını, özetle barışı istememek için hasta veya sdapık olmak gerekiyordu. Yine de kuşkulu davranan birkaç kişi vardı. Böyleleri hep vardır zaten. Bunlar herhalde hastalıklı ruhlardır veya sabotörler...

            Tarih nedir? diye sorduğunuzu hissediyorum. 1 Kasım 1918! Yazımın başında bir adadan bahsetmiştim. Adanın adı Limni'dir ama biz bu barış görüşmelerini, Limni'nin bir koyu olan Mondros'un adıyla tanırız. Mondros Mütarekesi diye biliriz.

            Barış da, Yahya Kemal'in, ''Ölenler öldü, kalanlarla muztarip kaldık, Vatandan hor görülen bir cemaatiz artık''  diye başlayıp ''Ateş ve kanla siler, bir gün, ordumuz lekeyi, Bu, insanoğluna bir şeyn(ayıp,leke) olan, mütarekeyi'' diye bitirdiği 1918 şiirindeki ''barış''tır!...          

            Kuşkulu davranan isimler arasında ise, Padişah Vahdettin'i, Mustafa Kemal Paşa'yı, Halide Edip'i ve daha birkaç kişiyi sayabiliriz... Heyet Galata Rıhtımı'nda gerçekten coşkuyla karşılanmış. Bilmiyorum o zamanlar ''Türkiye seninle gurur duyuyor'' gibi sloganlar var mıydı? Heyet reisi, Hamidiye Kahramanı Rauf Bey düzenlediği basın toplantısında ''Giderken bu derece mutluluk ve gurur duyacağım bir sonuç alacağımı ummuyordum'' diyordu.

            Padişahın hiç de öyle düşünmediği davranışlarından bellidir. Heyeti karşılamaya Galata'ya inmediği gibi heyet kendisine arza geldiğinde de onları yarım gün bekletmiş, bu bekleyişten sonra dahi kabul etmeyip mütarekenin tam metninin Baş Mabeyinci Lütfi Simavi'ye verilmesi talimatını göndermişti.

            Halide Edip, Türk'ün Ateşle İmtihanı'nda, ''Müttefik milletlerinin 'insan hakları', 'adalet' gibi değerleri vardır ama bunları Türklere tatbik edecekleri çok şüphelidir'' der.

            Mustafa Kemel'in ne düşündüğü de -Allah'a çok şükür- yaptıklarından bellidir.

            Tarihin acemiler de tarihe bakar, ''ne aptalmışlar'' der ve bu hükmü verdiklerine göre de kendilerini biraz daha üstün, biraz daha akıllı hissedeler. Ötekiler aptaldır, dolayısıyla kendileri akıllı. Aynı hataları, aynı aptallıkları kendilerinin de yapabileceklerini, hatta şu anda bile yapıyor olabileceklerini akıllarının ucundan geçirmezler. Kendileri de tarih olup arkalarından ''ne aptallarmış'' deninceye kadar... Keşke ileri görüş de geri görüş kadar berrak olsa. Tarih tekerrürleri hakkında söylenen çok şey var. Mehmet Âkif'in, ''Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar, Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi'' mısraları en çok hatırlanandır. Mark Twain bundan biraz farklı düşünür. ''Tekerrür etmez ama kafiyelidir'' der.

            Tekerrür eden sadece tarih değildir, iktidar sahiplerinin yapıp ettikleri de tekerrür eder. Tarihçi Morris, ''Batı niçin öndedir-şimdilik'' adlı eserinde şu hükmü kitabının birçok yerinde tekrarlıyor: ''Her devir, ihtiyaç duyduğu fikri yaratır''. İsterseniz ''her devir ihtiyaç duyduğu hakikati yaratır'' da diyebilirsiniz. Yaratılan o hakikat hakikatin tam tersi bile olsa. Bir aralık Osmanlı kötüydü. Selçuklu ondan da kötüydü. Bu iki büyük imparatorluktan daha şanlı ve daha eski bir Türk tarihi yaratma peşine düşüldü. İşte Hititler'in Türklüğü ve bizim yaştakilerin ve daha eskilerin okulda okuduğu, duvarlarda gördüğü ''Göç Yolları'' haritaları böyle doğdu. Türkolojinin dünyaca tanınmış zirvesi -ve gayet tabiî Turancı, Başkurdistan Cumhurbaşkanı- Prof. Zeki Velidi Togan, buna itiraz edince o olağanüstü teorinin açıklandığı tarih kurultayından ayrılmak zorunda kaldı. Siyasilerin hıncı yatışmadığı için yıllarca Türkiye'yi de terketti. Bu bilim düşmanı tutumu protesto eden -yine Turancı- Nihal Atsız ve müstakbel eşi Bedriye Hanım da üniversiteden atıldı. İlim de neymiş? Milli Eğitim Bakanı'ndan iyi mi bileceklerdi! Burada Zeki Velidi Togan ile Nihal Atsız'ın Turancılıklarını vurgulamamın nedeni şudur. Aslında Bakanlığın tezi süper Turancı bir tezdir, fakat Togan ve Atsız gibi Turancılar aynı zamanda bilim adamıdırlar. Ne kadar aptalca işler değil mi? Bugün artık uydurma tarih yazılmaz. Değil mi?

            Maalesef öyle değil. Öyle anlaşılıyor ki günümüzün ''akil'' adamlarına göre uygun yazılmış bir tarih lazım. Morris yasası hemen çalışmalı ve günün siparişine uygun bir tarih yaratılmalı. Ya gerçekler ne olacak? Şimdi gerçeklerle kafaları karıştırmanın, bozgunculuk yapmanın zamanı değil!

            Bu yeni tarih, Türk diye bir şeyin aslında olmadığını, bunun Mustafa Kemal tarafından icat edidiğini söylemeli. Anayasada da gerekli değişiklikler yapılacak ve Türk kelimesi geçmeyen bir metin hazırlanacaktır. Dense dense en çok ''milletimiz'' denir, bu milletin adı yoktur. Yeni başladığımız yeni yüzyıla ''Türk Yüzyılı'' yerine ''Türkiye Yüzyılı'' denmesinin masumane bir retorik olduğunu düşünmüyorum. Belki bilahare içinde Allah ve Muhammed bulunmayan bir Müslümanlık da geliştirilebilir. Mesela sadece dinimiz -Hatta onda da etnik anlamlar var- ''inancımız'' deriz ve bir dini grubun tahakkümünden ileri demokratik çok kültürlülüğe geçeriz. Proje budur ve siparişe göre maharetle imalat yapabilecek bilim adamları derhal ortaya çıkmıştır. Hali hazır devrin hikmeti ''Orta Asya Efsaneleri'nden ari bir yeni tarih gerektirmektedir.

            Nelerden kurtulmamız lazım bir bakalım: Bir kere şu Orhun Yazıtları'ndan, orada kendilerine 'Türk' demelerinden filan kurtulmalıyız. Hani ''üstte gök çekmese, altta yer delinmese ey Türk milleti senin ilini, töreni kim bozabilir'' diyen adamlar var ya, onlardan. Zaten oradaki 'Türk' ses benzerliğinden ibarettir. ''il'' devlet falan demek değildir. Kasabadan büyük bir yerdir. Töre de aşiretlerin genç kadınları öldürmelerine verilen isimdir. Kaldı ki, bunları yazanların Müslüman olmadıklarına dair deliller vardır. Madem ki bizi birbirimize bağlayan asıl kuvvet Müslümanlıktır, o halde bunlar bizim milletimizden değildir.

             Sonra Oğuz destanı, Manas destanı falan, adı üstünde destandır, gerçek değildir.

            On Birinci asırda devlet ve yönetim felsefesi kitabı Kutadgu Bilig'i yazan Yusuf Has Hacib'in ''milletimiz''den olmadığı doğum yerinden bellidir. Balasagun'da doğmuş. Milletimizden olsa buralarda bir yerlerde, mesela Siirt veya Filistin'de doğardı.

            Dede Korku kitabı da ha keza öyle. Dede Korkut'un nerede doğduğu, hatta doğup doğmadığı bile belli değil. Zaten Dede Korkut Azerbaycan'lı. Azerbaycanlı değilse de Türkmen veya Özbek. Bunların bizim ''milletimiz'' ile ne ilgisi var? Deli Dumrul'a mı inanacaksınız zamanımızın alimlerine mi?

            Gazneli Mahmud? Gazne nire, buraları nire? Olsa olsa Moğoldur. Onun ''Allah Türkleri yüceltti'' dediği de ‘'bizim milletimiz'' değildir. Oradakilerin milletidir. Peygambere Resul demeyip ''Yalvaç'' dediği için Müslümanlığından bile şüphe edilmelidir!

            Yusuf Has Hacip? Geçin bir kalem. Kalem deyince aklıma geldi, Ali Şir Nevai ne demiş?

                 ''Türk nazmıda çü min tartıp alem

                 Eyledim ol memleketni yek-kalem''

            (Ben Türk şiirinde bayrak kaldırdığım için o memleketi birleştirdim).

            Bu lafların bizim kültürümüzle ne alakası var? Adından belli Ali Şir muhtemelen Sünni bile değildir. Zaten Muhakemetül Lugateyn'i de Türkçe değildir.

            Üstelik bunların tamamı Fransız İhtilali'nden asırlar önce yazılmış şeyler. Onbeşinci, onikinci, onbirinci, hatta hatta altıncı asra ait metinler. Millet Fransız ihtilali ile ortaya çıktığına göre bunlar asla milletten bahsediyor olamazlar.

             Komünizm döneminde o zamanın Çekoslovakya'sından bir tarihçi, Batılı meslektaşına şikâyet ediyormuş: ''Gelecek kesin! Gelecekten şüphemiz yok. Fakat şu Allah'ın cezası geçmiş durmadan değişiyor!''.

            Öyle ya. Gelecek kesindi. Dünya komünizme doğru yürüyordu. Marx'ın, Engels'in, Lenin'in ve bizdeki takipçilerinin bilimi bunu kesinlikle ispatlamaktaydı. Gelecekten şüpheleri yoktu. Fakat şu Allah'ın cezası geçmiş! Sovyet zamanında bırakın komünizm öncesi tarihi, Bolşevik ihtilali'nden sonraki tarih, yaşayanların henüz yaşlanmadığı tarih bile hemen her yıl değişiyordu. Bolşevik İhtilal Komitesi'nin Kremlin'in bir balkonunda birlikte çektirdiği fotoğraftaki insanlar, Sovyet Komünist Partisi tarihi kitabının her baskısında teker teker yok olmaktaydılar. Galiba son fotoğrafta bir tek Stalin kalmıştı. Stalin'in çok kötü bir adam olduğuna karar verdikleri Kruşçev döneminde ise artık o fotoğraftan geriye kalan kimse yoktur. Dolayısıyla silinenleri geri getirmek pek kolay bir iş değildi. Kruşçev döneminde Bulgaristan'da bir dershanede, hoca tarih anlatırken okul müdürünün sınıfa girip öğretmenin kulağına fısıltıyla, Stalin'in artık büyük kurtarıcı olmadığını, bu hususun az önce Sofya'dan, oraya da Moskova'dan tebliğ edilen bir emirle belirlendiğini söylediğini, bunun üzerine hocanın öğrencilere dönüp '' Şu ana kadar anlattıklarımın hepsi yanlıştı. Doğrusunu şimdi anlatacağım'' dediği meşhurdur. Şimdi de bir takım ''akîl'' adamlar, şimdiye kadar söylenenlerin hepsinin yanlış olduğunu, doğrusunu şimdi anlatacaklarını söylüyorlar. Fakat bu defa proje daha da büyük. Kompresörlü fırça tek tek insanları değil, bir milletin tamamını silmeye çalışıyor; hem de o sildikleri milletin gözünün içine baka baka.

            Çekoslovakya'dan açılmışken oradan devam edelim. Dâhi Çek yazar Milan Kundera'nın Gülüşün ve Unutuşun Kitabı adlı eserindeki âmâ Çek tarihçisi Milan Hubli'nin sözlerine bir kulak verelim; ''Bir halkı yok etmek için atılacak ilk adım hafızasını silmektir. Kitaplarını tahrip edin, kültürünü ve tarihini tahrip edin. Sonra birilerine yeni kitaplar yazdırtın, yeni bir kültür imal edin, yeni bir tarih icat edin. Kısa bir zaman sonra millet kim olduğunu ve bir zamanlar ne olduğunu unutmaya başlayacaktır. O milletin çevresindeki dünya ise o milletten daha da çabuk unutacaktır.''           

            George Orwell'de buna benzer bir biçimde şeyler söylemiş: '' Bir halkı tahrip etmenin en etkili yolu, kendi tarih anlayışlarını reddetmek ve yok etmektir.'' Etiler'in ve bu arada Adem Baba'nın da Türk olduğunu ispat çabaları ne kadar komikse, Türk diye bir millet olmadığını, o milletin bin yıldır Türkiye denilen bu ülkede hükümran olmadığını iddia etmek de o kadar komiktir. Olmayan bir milleti var etmek ne kadar zorsa olan bir milleti yok etmek de o kadar yokuş yukarı bir çabadır. Türkmen’i, Kürt’ü, Çerkez’i ile ve en büyük çoğunluk olan, etnisitesini artık hatırlamayan, etnisitesi umurunda bile olmayan çağdaş halkıyla bu millet bu topraklarda hükümrandır, ilelebet te öyle kalacaktır. Adı da Türk Milleti'dir; adı yok bir millet değildir. Onun bin yıllık hükümranlığını yok etmek veya ona ortak olma hayalleri kuranların sonu hüsrandır. Adalardan bir yar gelmez bizlere!

 Allah'a emanet olun.