Fizikte en küçük, atomdan da küçük taneciklerin âleminden en büyük âleme; yıldızların, samanyollarının âlemine kadar her şeyi açıklayan teoriye ‘’Her Şeyin Teorisi’’ deniyor. İsmi belli de kendisi henüz belli değil. Bir gün olur da bulunursa isimsiz kalmasın diye ismini şimdiden hazırlamışlar…

               Bunun sosyal bilimlerde de bir karşılığı olmalı… Topluma ait her şeyin teorisinin. Ülke yönetimini, parti yönetimini, şirket yönetimini; velhasıl en küçükten en büyüğe her şeyin yönetimini kapsayacak bir teori. Peki adı? Adı üstünde zaten: Yönetim.

               Konfüçyüs, Eflatun, Yusuf Has Hacip, İbni Haldun… Devlet felsefesi ve yönetimi açısından epey eskiye gidebiliyoruz. Fakat kurumların yönetimi, şirketlerin yönetimi bakımından, literatür ne o kadar eski ne de zengin. Kurumların yönetimi olmayınca da devlet felsefesi ve yönetimi üstüne yazılanlar bize ancak temel değerler hakkında fikir verebiliyor. Pratik aydınlanmıyor.

               Halbuki pratik usullere de acil ihtiyacımız var. Feodaliteler, kontluklar, dukalıklar değil de bayağı devletseniz, hele hele imparatorluksanız, mutlaka yönetim geleneğiniz ve bilginiz olmalı. Ordunuz varsa yine yönetim bilmelisiniz. 16. Asra kadar bunlar Avrupa’da sık rastlanan kurumlar değildi. Tarih sahnesine baktığımızda şunu görebiliyoruz. 1600’lü yıllarda Avrupa’da harpte toplanıp sonra dağıtılanlardan farklı olarak tek düzenli ve sürekli ordu, Türk Ordusudur. Avrupa’nın elinde geniş teşkilata örnek teşkil edecek tek bir kuruluş var  o da Kilise.

               Sonra Avrupa’nın feodal birimleri birleşip, birleştirilip millet devletleri ortaya çıkıyor. Bunların binlerce kişilik bürokrasileri var. Yönetmek lazım. Endüstri çağı başlamak üzere. Başlangıçta yüzlerce, sonra binlerce kişinin bir araya gelip çalışması lazım. Yönetmek lazım. Bu endüstriye de bürokrasiye de insan yetiştirmek için eğitim teşkilatları, üniversiteler lazım; bunları da yönetmek gerekiyor.

               Bu yeni oluşumlara eski modeller uygulanıyor. Üniversiteler kiliseye daha yakın ve geleneksel olarak kilisenin kuruluşları. Dolayısıyla onların teşkilatında kilise unvanları değiştirilmeden kullanılıyor: Rektör, provost (dekan).. Oxford sözlüğü rektörü, cemaati olan bir kilisenin yöneticisi diye tarif ediyor. Bizim bildiğimiz ise ancak ikinci anlamı. Provost daha ziyade Protestanlıkta cemaatin başı olan papaza denirmiş. Öğretim üyesi cüppelerinin bu havaya uygunluğunu fark etmişsinizdir.

               Bürokrasi ve endüstri hemen hemen tıpkı ordu gibi teşkilatlandırılıyor. Tepede bir başkomutan var. Unvanı Genel Müdür veya ona benzer bir şey. Genel Müdür’ün hemen altında ara komutanlar var. Bunlara da müdür veya başka isimler veriliyor. Sonra şefler… Eğer Hastane iseniz? O zaman baş komutanın unvanı baş hekim oluyor. Altında yine as-komutanlar var. Parti? Genel başkan ve başkan yardımcıları. Sonra aşağı doğru sayabilirsiniz.

                Bu yapıya Piramit tipi teşkilatlanma deniliyor. Yirminci asrın son çeyreğine kadar hemen herkes bu şekilde teşkilatlanıyordu. Bundan dolayı piramit yönetimi hepimize tanıdık gelir. İşleyiş şöyledir: Piramidin geniş tabanı, hiyerarşide en altta fakat en kalabalık kesim düşünmese de olur. Düşünme işini zaten üst kademeler zaten yapıp bitirmiştir. Alttakilerin yapması gereken emir ve talimatları uygulamaktan ibarettir. Aşağıdakiler düşünmeyip sadece verilen talimatlara ve kurallara uyacaklar. Aşağıdakilerin bundan fazla bir görevi olamaz. Öyleyse üst ve orta yönetimin en önemli işi de talimat ve kurallarla uyulup uyulmadığını kontrol etmektir. Yani denetim. Denetim, aşağıdakilerin denetimi, denetleyicilerin denetimi, denetleyicilerin denetleyicilerinin denetimi.

               Bir terslik olur, bir yanlış tespit edilirse derhal araştırılır. Araştırmak dediysem bir daha hata yapılmayacak şekilde sistemi iyileştirmek maksadıyla araştırılır demiyorum. Maksat, muhatabı kabahatli bulup cezalandırmaktır. Sonra her şey eskisi gibi devam eder. Tekrar bir terslik olana kadar. Bu tutum, üretim bandının sonunda ürünü kontrol edip hatalıların hurdaya atılması gibi bir şeydir. Hizmet sektöründe ve bürokraside maddi ürün yoktur. Onun için tahkikat sonunda hatalı insan bulunur ve o da -bir nevi- hurdaya atılır.

               Düzen böyle işlerdi. Sonra bir şeyler oldu. Birincisi, yapılan bütün işlerde malumat ve bilginin ağırlığı arttı. Sonra hizmet sektörü zaman geçtikçe öne çıktı. Bu gelişmelerin en güzel örneği sağlık sektörü ve bugünün hastaneleridir. Sağlık bir hizmet sektörü işidir. Malumat ve bilgi ön plandadır. Bu örnek anlamlıdır, çünkü sağlık, gelişmiş ekonomilerin en büyük kalemidir. Bizde de bir numaraya yerleşmek üzeredir.

               Üniversiteler ve siyasi partiler de malumat ve bilgi ağırlıklı iş yaparlar. Bunların yapıp ettikleri de toplum için hayatidir. Bunlar da maddi ürün üretmez, hizmet üretirler. Nihayet devlet ve özel sektör bürokrasileri de öyledir. Malumat ve bilgi ağırlıklıdırlar ve hizmet üretirler.

               Hizmet sektörünün düşünmeden çalışan insanlarla başarılı olması zordur. Hizmet üretenler konuyu ve işi benimsememişlerse ve liyakat tan uzaklarsa işler o denli vahim hale gelebilir. Hele sektör bilgi ağırlıklı ise işler tamamen sarpa sarar.  İletişim kuramadığınız bir doktor, bir avukat, bir bankacı düşünün. Veya bir devlet memuru, bir polis, bir vergi memuru, savcı, hakim.

               Nihayet zorlayıcı bir değişiklik daha meydana gelmişti. Her alanda rekabet arttı. Artık insanlar malı veya hizmeti ‘’elini öpene’’ satamıyorlar. Tersine, müşterinin eli öpülür hale geldi.

               İş baştan yani kuruluş aşamasından başlıyor. İster dükkan, ister şirket, ister bakanlık, isterse devlet kurumu. Önce temel değerleriniz üzerinde fikir birliğine varacaksınız. Çünkü insanların kol ve bacaklarından başka beyinleri olduğu da malumdur; fakat en son keşif, gönüllerinin de varlığıdır. O yüzden işe değerlerle başlanır. Sonra oturup, bütün mensuplarınızla şu sorunun cevabını bulmaya çalışırsınız. Biz kimin için ne yapıyoruz? Bu sorunun bir başka türlüsü, ‘’biz neye yararız?’’ dır. Siz neye yararsınız? Siz, kimin için ne yaparsınız? İşte buna kurumun ‘’misyon’’u deniyor. Adam gibi kurumlarda genel müdürden kapıcıya, rektörden emekli işçiye, genel başkandan köydeki partiliye kadar herkes kurumun misyonunu, gözü kırpmadan ve tereddüt etmeden; arada nefes alma ihtiyacı duymadan söyleyebilir.

               Tekrar oturacaksınız ve bütün mensuplarınızla vizyonunuz üzerinde fikir birliğine varacaksınız. Vizyon, kurumun bundan on veya yirmi yıl sonra geleceği yerin, sanki o yere varılmış gibi tarifidir.

               Misyon mümkün mertebe gerçekçi bir ifadedir. Gerçekten hizmet edilen insanlar, hizmet verilen kesim belirtilir. Misyon akıl ve gönüllere yerleşmişse yapılacak her hareket o misyonu temin içindir ve o misyonla ilgisiz hiçbir hareket yapılmaz. Misyon, hareketlerin değerini ölçen mihenk taşıdır.

               Vizyon ise katiyen bugünün gerçeği değildir. Vizyon geleceğin gerçeği olma iddiasıdır. İddiadır, iddialıdır. Bugünün çoğaltılmasından ibaret değildir. Varılması zor fakat mümkün ülkülere işaret eder.

               Peki, sizin de kurallarınız, talimatlarınız, yönetmelikleriniz olmayacak mı? Olacak, fakat orada yazılanların gerekçeleri hep temel değerlerinize, misyonunuza ve vizyonunuza dayanmalıdır. Bunlardan genele ait olanlar, bütün mensupların katkısıyla, fakat üst yönetimin sorumluluğunda belirlenir. Taktik olanlar, yani günlük çalışmaya, işin nasıl yapılacağına dair olanlar bizzat o işi yapan takımlar tarafından belirlenir ve uygulanır. O işi yapanlar o işin sahibidir. İşin kendisi ile ilgili kararları sahiplerin verdiği, onlara danışılmadan iş hakkında karar alınmadığı sahiplik gerçek sahipliktir ve o insanlar işi gerçekten gönülleri ile sahiplenirler.

               Aksi, emeğin yabancılaşmasıdır; beynin ve gönlün yabancılaşmasıdır ve çağdaş kurumun buna tahammülü yoktur.

               Söylediklerimin içindekilerde en önemlileri; ‘’fikir birliğine varacaksınız’’, ‘’birlikte oturup kararlaştıracaksınız’’, ‘’işin sahibi onu yapanlardır’’ ifadeleridir. Buna yönetimde yetki delegasyonu diyoruz.

               Peki denetim? Denetim, işin sahipleri tarafından ve insanların değil, sistemin denetimi şeklinde yürümesi gerekir. İnsanlar da doğal olarak uygunsuz davranışlarda bulunabilirler. Fakat fikir ve gönül birliğini gerçekleştirmiş kurumlarda uygunsuzluklara ihtar ve müdahale tepeden değil, en yakın çevreden gelir.

               Yönetim biliminin bugün için geldiği noktayı ihmal etme lüksüne sahip değiliz. Fakat bu noktanın hayret ve memnuniyet verici özelliklerini de görebiliriz. Hep birlikte belirlenen yol haritası demokrasinin tam olarak kendisidir. ‘’İş’’in demokrasi gerektirmesi hoş bir sonuçtur. Anlatılanların insan hürriyetiyle, insana saygıyla olan ilişkisi hemen hissedilir. Buna da hürriyetçiliğin kurum içinde uygulanması, hatta uygulanma zorunluluğu olması gerektiğini söylemek isterim. ‘’İşi onu yapanlar en iyi bilir’’, ‘’işin sahibi onu yürüten takımlardır’’ ifadeleri emeğin yabancılaşmasının panzehridir. Emeğin, emekçinin ve insanın kendine yabancılaşması Marx’ın güzel ve doğru bir tespitidir. Belki de yegâne tek doğru tespiti olabilir.

               Söylediklerimi gereğinden fazla bulanlarınız olacaktır. Bizim memlekette olmaz diyenleriniz olacaktır. Bazılarımız daha alçak gönüllüdür, iyi, güzel söylüyorsun ama bizim sektörde olmaz diyenler olacaktır. Onlara; ismini hatırlayamadığım Amerikalı bir kalite uzmanı şahsın ‘’Kalite bedavadır’’ sözünü hatırlatmak istiyorum.

               Bizim insanımızla olmaz diyenlere de bir çift sözüm var. Birincisi, biz yaptık oldu’dur. Hem de çok güzel oldu. Şimdi başka yapanlarda var ve onlarınki de oluyor. İkinci sözümde Pygmalion etkisini anlatmaktır. ‘’İnsanlara efendi gibi, onlara sorumlu ve zeki imişler gibi davranırsanız onlar da efendi, sorumlu ve zeki davranırlar. Kaba, sorumsuz ve aptalmışlar gibi davranırsanız, aynen öyle karşılık verirler’’.

               Güzel günlerde buluşmak dileği ile; Allah’a emanet olun.