Köşemizde bundan önce birçok defa yazmış olsak da, çok sık söylemekten bıksak, usansak da, dozunu giderek artıran ‘’siyasetin zehirli dili”nin artık millî birlik ve beraberliğimizi tahrip eden en önemli tehdit haline geldiğini, avazımız çıktığı kadar söylemeye ve yazmaya devam edeceğiz.
Siyaset; millet adına ve millet için meşru zeminlerde, sokakta, meydanda halkla birlikte bir anayasal hak olarak yapılıyorsa, hukuk dışında hiç kimsenin bu hakkı sınırlama yetkisi yoktur, olmamalıdır.
Ülkenin geleceği konusunda hassasiyet taşıyan her vatanseverin-yurtseverin, özellikle de başta ülkeyi yönetme sorumluluğunu yüklenmiş olanlar olmak üzere, bütün siyaset erbabının, ayrıştırıcı, çatışmacı, korkutucu, ötekileştirici dili bırakması, acil bir zorunluluk haline gelmiş bulunmaktadır.
Vatandaşın da, artık siyasî ikbalin ve koltuk sevdasının ülkenin bekasına tercih edildiği bu çirkin siyaset anlayışına prim vermeyeceğini gözlemliyorum.
Ülke insanının yarısını; hain, terörist gibi suçlamalarla ve en basit bir sokak kavgasında bile söylenmeyecek küfürlerle aşağıladıktan sonra, dönüp hangi yüzle “Söz konusu vatansa…” diye başlayan o ulvî sözü bile değersizleştiren hamaset nutukları atacaksınız.
Türk siyasetinde, liderlerin zaman zaman karşılıklı olarak haddini aşan suçlamaları ve polemikleri yaşanmış olsa da, siyaset dilinin günümüzdeki kadar niteliksizleştiği, seviye kaybettiği, en önemlisi de halkı birbirine düşmanlaştırıcı hale geldiği bir dönem görülmemiştir.
Bu durum, siyasîlerin her gün birbirleri hakkında açtıkları hakaret davalarından anlaşılmıyor mu?
Asıl dikkat edilmesi gereken bir husus da, siyasetin zehirli dilini besleyen iklimin, siyasetçinin etrafındaki bir avuç çıkarcının sahte alkış seslerinden kaynaklandığı gerçeğidir.
İşte “lider” odur ki, etrafını kuşatan dar çemberi kırarak, milleti topyekûn kucaklayan bir gönül yüceliğine ulaşabilmiş olsun…
Tarihte Türk devletlerinin yıkılış sebeplerini incelediğimizde, bütün inkırazların (çöküşlerin) her şeyden önce “iç cephe”nin sarsılmasıyla başladığını görürüz.
Bizi idare edenlerin veya idareye talip olanların, asgarî bu tarih şuuruna sahip olduklarını düşünmek istiyorum.
Millî birlik ve beraberliğin sağlanmadığı ortamda, siyasetçilerin birbirlerine vatanseverlikte, milliyetçilikte üstünlük taslamalarının hiçbir anlamı yoktur.
Anayasada değişiklik veya yeni anayasa çalışmalarının sürdürüldüğü bugünlerde, en önemli hedef, vatandaşa “Temel Hak ve Hürriyetler”i konusunda, sarsılmaz bir güvenin ve güvencenin verilmesi olmalıdır.
Ülke insanının; hiçbir baskı, korku ve tehdit altında kalmadan, istediği partiyi destekleyeceği siyasî ortama ulaşması hedeflenirken, aynı zamanda hangi parti kazanırsa kazansın, kendisinin sosyal, siyasal, hukuksal ve ekonomik yaşantısına bir halel gelmeyeceğinin ve kazanımlarını kaybetmeyeceğinin güvencesi verilmelidir.
Her şeyden önce yapılacak anayasa değişikliklerinin, acil kan kaybını önleyecek ve “iç barışı sağlayacak” nitelikte olmalarının önem arz ettiği unutulmamalıdır.
Sonuçta her kim ki, siyaseti bir cephe savaşı olarak görür ve kendi cephesinin tahkimi için vatandaşın duygularını istismar ederek, kardeşlik şuuruna zarar verecek aşağılayıcı dili kullanmakta ısrarcı olursa, biliniz ki, tarih onu affetmeyecektir.
İnanın ki, ben bir siyasetçinin, kürsüden kendi taraftarına hitap ederken, galeyana gelerek sarf ettiği, savaş naralarını andıran sözlerinin, millî birliğimizin en büyük düşmanı olduğunun bilincinde olduğunu düşünmek istemiyorum.
Gelin, birbirimizi kıran kırana düşmanlaştıran bu üslûp yerine, bugün “her zamankinden daha çok ihtiyacımız olan kucaklayıcı, birleştirici, güven verici bir dili ve siyaset tarzı”nı tercih edelim.
“Sözün bittiği yer”e doğru gitmeyeceğimiz ümidiyle…