Edindiğim yaşam tecrübeleri ve bizzat hayatın kendisi; bana, bir zamanların yıldızı olup da sonradan çöken kurumların hangi sebeplerle bu çöküşü yaşadıkları konusunda fikirler vermiştir. Devletler de kurumlar topluluğu olduğuna göre, hatta dışarıdan bakıldığında her devlet aynı zamanda bir kurumdur da… Devletlerin çöküşüne sebep olan nedir diye kafa yormanın ve bu sebeplerin bertaraf edilmesi için gerekli olan çalışmaları yapmanın her birey için şart olduğu kanaatini taşımaktayım.

   Bulgularımız kurumların ne ile yükseldiğini gösteriyor aslında: Ülkü. Diğer adıyla vizyon, İbn Haldun’un meşhur asabiyet teorisi, Fatih Sultan Mehmet Han’ın ve Atatürk’ün imanı-inanmışlığı… Ülkü, vizyon, asabiye, iman… Bu kavramlar belki birbiriyle bütün bütüne örtüşmez. Mesela İbn Haldun’un asabiyesi, Arap sosyal yapısının kolay değişmeyen bir gerçeği ve konar-göçerliği yeni bırakmış kabilenin fertlerinin karşılıklı bağlarıdır. Fakat nihayetinde bu da bir bağlılıktır, bir devlet kurma ülküsü ve heyecanıdır. Ama tam da bizim ülkü veya vizyon dediğimiz şey değildir. Bunlara yakın olan bir kelime daha ekleyebiliriz: Odak. Odak, aynı zamanda kurumun yaptığı işe, misyonuna, neye yaradığına da atıfta bulunur. Ülküye, odağa sahip kurum kapıdan girdiğiniz anda kendini belli eder. Mensuplarının birbiriyle ve sizinle konuşmalarında bir açıklık, maksadı en iyi şekilde ve bir an önce yakalamanın canlılık ve temposu vardır. Konuşurken yüzünüze bakarlar. Rahat ve yüksekçe bir sesle anlamlı, açıklayıcı cümlelerle konuşurlar.

   Çöküş halinde, odağını ve Ülküsünü kaybetmiş kurumlar da anında belli olur. Çalışanların zihinlerinin kurumun işinden başka şeylerle meşgul olduğunu hissedersiniz. Sorularınıza cevap verirlerse, sizi muhatap almakla bir lütufta bulunduklarını size göstermek isterler. Cevapların bir kısmı, ‘’bilemeyeceğim’’den ibarettir. Sanki bilmemekle övünmekte, övünmeseler de mutlaka rahatlamaktadırlar.  

   Tedavi edemeyen hastaneler, öğretemeyen okullar, trafiği yönetemeyen, denetleyemeyen trafik daireleri, iç ve dış güvenliği sağlayamayan otorite vs. Bu gibi zafiyetlerin arkasında ülküsüz, odaksız kurumların mensuplarını görebilirsiniz. Daha doğrusu buradaki insanların ülkü ve odakları, kurumlarının ülkü ve odağı değil, kendi gelirleri, statüleri ve çıkarlarıdır. Şahıslara veya azınlık gruplara has ülkü ve odakların devletin kurumlarına hiçbir yararı yoktur.

   Kurumların ve dolayısı ile devletin çöküş sebeplerinden bir diğeri ise yenilenmeyi başaramamaktır. Gelenek, köklere saygı ülkünün, odağın kaynağıdır. Fakat bu, tıpkı on yıl, yüz yıl, bin yıl önce davranıldığı gibi davranmak gerektiği demek değildir. Bunun adı fosilleşmedir. Zamana uyamadığı için odağı ve misyonu kalmayan kurumlarda artık ülküden bahsetmek te mümkün değildir. Bu durumdaki kişiler bütün ülkülerini ve odaklarını kaybetmişlerdir, dikkatleri ballı maaş veya rüşvet yolu ile sağladıkları gelirler, tayin edildikleri veya edilecekleri mevkiler, iç çekişmeler ve iç mücadelelerdir. Bu tür kurumların bizim Ülkemizde de türlü türlü örnekleri vardır. Hatta böylesi kurumların yararı ve işlevleri azaldıkça kadro ve masrafları daha da büyür ve bu kurumlar kayırmacılığın merkezi haline gelirler.

Başarılı kurumlar ülkülerine uygun uzmanların en iyilerini seçer ve kadrolarına alırlar. Yozlaşan kurum ve Devletlerde ise yönetimin odağı dağılmıştır. Kurumların başarısı, dünyadaki benzerleriyle rekabet edebilmesi birinci öncelikleri değildir. Birinci öncelik kurumlara yandaşlarının tayinidir. İşe kurumun tepesine bir yandaş geçirmekle başlarlar. Mantıklı olarak bakıldığında stratejik bir kurumun başına bir yandaşın getirilmesi gayet tabiidir, eğer bu yandaş, bu kurumdan beklenen stratejik hedeflere kurumu ulaştıracak birinci sınıf bir yönetici ise… Fakat yoz devletlerde yandaş sırf yandaş olduğu için ve biraz da dünyalık edinsin, tayin eden erk’e de menfaat sağlasın diye o mevkiye getirilir. Kurum ona bir lütuf, bir arpalık olarak verilmiştir. En tepe kadroya siyasi tayin makuldür diyelim. Fakat bununla da yetinilmez. Orta ve hatta en alt kademeleri de kurumun işleviyle ve kurum hafızası ve kültürü ile ilgisi olmayan, ilgisi olsa da kalite kriterlerine uymayan insanlarla doldururlar. Çünkü asıl olan kurumun işi değil, yandaşların refahıdır. Bu şekilde kadrolanmış bir kurumun değil dünyadaki benzerleriyle rekabet edebilmesi, temel görevini doğru dürüst yerine getirmesi bile beklenmez.

   Bu torpilli tayinler evvelemirde, kurumun eski mensuplarının moralini, sonrasında da iş ahlakını bozar. Tayin olunanlar işi bildikleri için değil siyasi bir alacaklarının sonucunda buralara geldiklerini bilirler ve bu aşağılık halin yarattığı psikolojiyle çevreleriyle temastan ya kaçınırlar ya da çevrelerine terbiyesizce davranırlar.

   1990 sonrasının önde gelen siyaset bilimcilerinden olan Francis Fukuyama, siyasi saiklerle yapılan kitle tayinlerini ‘’ kayırmacılık’’ diye adlandırmaktadır. Bir kasabaya, bir şehre, bir cemaate, bir gruba ülkeyi yönetenlerin borcu vardır. Bu borç genellikle seçim sandığında olup bitenden kaynaklanır. Bu alacaklı insanlar, müşteriler, talep ettikleri hizmetin bedelini peşin olarak ve genellikle de oy vermek şeklinde ödemişlerdir. Şimdi karşılığını almak istemektedirler. Bu karşılık fakir ülkelerde pek düşük tutarlarda ödenir. Ancak ülkenin kişi başına zenginliği arttıkça kayırmacılık işlemi pahalı hale gelir. Kurumlara kitle halinde yandaş tayinleri, pahalı müştericiliklerden sadece bir tanesidir.

   Yazıma bahse konu olan sözlerim için referans vereceğim herhangi bir kurum ve devlet mevzubahis değildir. Sözlerim tamamen geneli kapsamakta olup teşhis ve tespitlerden ibarettir. Çözüm nedir diye soracak olursanız? Şunu söyleyebilirim: Yüce Yaratan bunu en güzel şekilde Peygamberleri vasıtasıyla bizlere emretmiştir.

   Aklıma gelen bir tanesini hemen söyleyeyim. ‘’ Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür.’’ (Nisa Suresi 58. Ayet)