YOL (7)

Üzerinden gittiğiniz yolun mesafesinin uzunluğu veya kısalığı, çoğu zaman gördüklerinizle ilgilidir. Issız yollar üzerinde hareket ederken, uzun süre canlı bir hayata rastlamadıysam sıkılır ve yolun çabuk bitmesini isterim. Terkedilmiş olsalar da köylerden ve onların yıllara meydan okuyan, meyveli ve meyvesiz ağaçlarından büyük bir sevinç duyar, yolun bitmesini hiç istemem. Zamanı adeta avuçlarıma alıp saklayasım gelir. Mümkün olsa, güneşi yakalayıp biraz daha beklemesini isterim. Şimdi de böyle bir yoldayım. "Bağlar ve bahçeler, son demlerimizi yaşıyoruz, biz ihtiyarladık, terkedildik, bakanımız yok. Bugün ya da yarın kara toprağa devrilip gideceğiz, bizim için heveslenip güneşi durdurmaya ya da duldamızda oturacağını sanma; var, yoluna git," der gibi hissettim.

Sultan Dağları'nı arkamda bırakırken, Haçlı ordularının büyük bir bozguna uğratıldığı Miryokefalon Zaferi'nin kahramanlarının sevinç gösterilerini hayal ediyordum. Savaşın geçtiği bu topraklara şahitlik eden dağların dilleri olsaydı, neler anlatırlardı acaba? II. Kılıç Arslan, Yalvaç yakınlarında Haçlı ordularını tuzağa düşürüp Anadolu’nun artık ebedi Türk yurdu olduğunun zaferini bu dağların hangi yamacında mı ilan etti? 1176 yılından bu yana, Anadolu topraklarına tecavüz edenlerin bahtına bir kere de Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Sakarya kıyılarında kurdukları tuzak düştü. Malazgirt, Miryokefalon ve Sakarya, Türk ordusunun binlerce yıllık askeri hafızasının sonuçlarıdır.

Anadolu coğrafyası üzerindeki bu zaferler, Türk ülküsünün binlerce yıllık hasılası olarak bu toprakları ebedi Türk yurdu hâline getirmiştir. Vatanın vücut bulmuş hallerinden biri de işte bu zaferlerdir. Muhteşem mazinin gururunu birlikte yaşayabiliyorsak, gelecek endişemiz asla olmaz. Şimdilerde bu zaferleri hatırında tutanların vardığı millî heyecan ne ile ölçülebilir?

Sultan Dağları'nın kuzeyindeki Hoyran Gölü’nde turnaları görünce durdum. Yeşillikler arasından oraya kadar nasıl gideceğimi düşündüm. Türk aşkının vazgeçilmez kuşlarından olan turnaları yakından görme fırsatı yakalamıştım. Sonra yaklaştıkça önümde bir bataklık olduğunu görünce vazgeçtim. Kuşları rahatsız etmeme engel olan bataklık, alabildiğine uzayıp gidiyordu. Seferde yenilen bir komutan gibi, gerisin geri çamura batmadan döndüm. Uzaktan biraz seyretmekle yetindim. Hoyran Gölü’nü geride bırakmıştım. İnişli yokuşlu tek şeritli yolları özlemiştim sanki. Rampa yukarı tırmanan bir kamyonun arkasından dakikalarca gittim. Arkamdaki araç kuyruğu da uzayıp gidiyordu. Önümü görene kadar devam ettim.

Menderes’i takip eden yollar uzayıp giderken, aracın açık olan camından gelen sıcak havanın arttığını hemen hissettim. Menderes, bozkır Anadolu’sundan başlayarak yamaçlarını yırttığı yorgun dağlara bakarak gücünün zirvesinde olduğu zamanları hatırlıyor mu? Asırların yükünün altında ezildiğinden midir nedir, artık anlaşıldığına göre gürül gürül akmaktan vazgeçmiş. Hoyrat insanların dayanılmaz pervasızlıklarına isyan edip suyunu daha derinlere mi çekti? Kim bilir, belki de ya sabır deyip bir gün tekrar ortaya çıkmanın hesabını mı yapıyor? Menderes'ten arta kalan, önüne çıkan toprağın karnını deştikten sonra Adalar Denizi’nde huzura kavuşup sükûnet bulduğu izler, hâlâ yerinde duruyor. Ya bu sıcaklık nedir? Menderes kaynıyor da biz mi göremiyoruz? Kaynamaya başlayan bir demlik gibi, kapağını açtığınızda çıkan buharın yüzünüzde bıraktığı yakıcı sıcaklık... Dayanmaktan başka çare yok. Yol ilerledikçe ağaçların renginin değiştiğini, geride kalan bahçelerde kimselerin olmadığını fark ettim. “Bu sıcakta kim dışarı çıkar?” derken, birdenbire başlarını uzun çizgili örtülerle kapatmış çalışanları görünce, biraz önceki kanaatimi değiştirmek zorunda kaldım. Demek ki burada bahçelerin sahipleri varmış. Zeytin ağaçları çoğalarak devam ederken, bakımlı incir bahçelerinin içindekilerin hareketli halleri, karıncaların yuvalarına tanelerini taşırken gösterdikleri dikkat gibi... Usulca işlerini yapanları gördüm. Aşırı sıcaklardan, vücutlarının tamamını kapatan çalışanların, güneşten yanmamak için aldıkları bir tedbirdi. Bizim gibi olanlar, çalışanlara inat, iki parçalık, ikisi de yarım üst-başla durmuyorlardı.

Dağların Adalar Denizi’ne dik olarak uzandığı bu verimli topraklar üzerinde neler yetişmiyor ki? Dağlarından yağ, ovalarından bal akar deyişi, layıkıyla hak etmiştir. Menderes, sadece kendi çevresinde yetişen ürünlere hayat vermekle kalmamıştır. Bir tarihte Menderes’i yakından görmüştüm. O zaman gürül gürül akan suyu berraktı. Şimdi ise ırmağın sadece yatağı var. Anlaşılan, Ahmet Turan Alkan’ın “Yatağına Küskün Irmaklar” kitabındakiler gibi Menderes’in suları da yatağını terk edip gitmiş. Menderes, bütün bir ovayı adeta bir cennete çevirmiştir. Bir zamanlar neredeyse Çukurova’dan sonra Türkiye’nin pamuk ihtiyacını karşılıyordu. Dışa bağımlı olmayalım diye teşvik edilen pamuk ekimini, şimdilerde yapanların sayısı giderek azalıyor. Nasıl azalmasın ki? Yeni kurulan yoksul Cumhuriyet'in, köylüyü sanayi, ticaret ve ihtiyaçları karşılamak amacıyla Mustafa Kemal’in direktifleriyle kurduğu bir mensucat fabrikası vardı. Nazilli Basma Sanayi olarak da bilinen Sümerbank kuruluşu, son yıllara kadar Türkiye’nin gururuydu. Hâlâ bu efsane kuruluşun hatıraları, bölgede ve Türkiye’de canlı olarak durmaktadır. Ancak bu efsane tekstil sanayisi, ne yazık ki artık yok.

Nazilli Mensucat, sosyal tesisleri ve ürettiği elektriği şehre verecek kadar geniş bir alana hitap ediyordu. Dahası, çalışanları taşımak amacıyla şehrin içine kurulan raylı sistem ile bütün halka hizmet veriyordu. Fabrikaya giren pamuk, bez olarak çıkıyordu. Anadolu tekstil sanayisinin amiral gemisiydi. Ekonomi daha iyi hale gelecek diye elimizden yok pahasına çıkardık. Kocaman fabrikanın yerinde yeller eserken, virane hâli insanın içini acıtıyor. Her gün onlarca kamyonun, tren vagonlarının girip çıktığı fabrika sahasına beton bloklarının yükseleceği zaman, çok uzak değildir. Malazgirt, Miryokefalon ve Sakarya birer zaferdir. Böyle büyük bir tesisi inşa edip üretime geçirmek de zaferdir. Bu zafer abidelerini, yolumuz uğradıkça gururla seyrederdik. Şimdi seyredecek sadece bozkırların ortasında kalmış bazı şehitlikler kaldı. Koca tesisleri yapanların, bugünü düşünmediklerini tahmin etmek zor değildir. Elbette büyümemizi, gelişmemizi, yükselmemizi istediler. Bugünkü vaziyetimizi büyümek olarak görenlerle yollarımız ayrılıyor.

12. Yüzyıl ortalarında, Türkmen boylarının batıya doğru yoğun göçlerinden biri de Nazilli’ye yapılmıştır. Salur boyunun öncüleri, Menderes yakınlarındaki toprakları yurt edinmiş olmaları boşuna değildir. Dağlarından yağ, ovalarından bal akan bu topraklara ebedi olarak yerleşirlerken, geleneklerini de toprağa tohum atar gibi ekmeyi ihmal etmemişlerdir. Asırların ardından unutulmayan zeybek oyunlarının her Türk’e verdiği heyecanın kaynağı, hala kanlarımızı kaynatmaktadır. Zeybek ve Efe, bu coğrafyanın vazgeçilmezi olmuşlardır. Kurtuluş Savaşı'nın kahramanları arasına girmek onlara da nasip olmuştur.

Nazilli’nin gönül ehli insanlarını tanıdıkça, onlardan kopmak oldukça zordur. Bunlardan biri de Birol Tarhan’dır. Batıya doğru seyahat gerektiğinde, yönümü hemen Nazilli’ye çeviririm. Dost kokusu, hiçbir kokuya benzemez. Sizi nerede olursa olsun çeker alır. Sanki gurbetten sılaya düşmüş gibi olurum. Nazilli’de gördüğüm herkesi, öz hemşerim Harputlu gibi görmekteyim.

Yolunuz bir dosta uğrarsa, yorgunluğun keyfine diyecek olmaz. Dostun yanında kar helvası bile sıcak olur. (Devam edecek.)