Sözcük aslı ya da kökeni Arapça olsa da Türkçe’de ilk kez 18. yüzyılda kullanılan “Cumhuriyya”, sonradan Arapça’da da bizim etkimizle oluşan “cumhur”, “cumhuriyet” sözcüklerini gerçek anlamında kullanmayan ve hemen tümünün adında "Cumhuriyet" sözcüğü taşıyan Arap ülkelerinde toplumsal başkaldırılara tanık olduk.
Irak’ta, Mısır’da, Ürdün’de, Suriye’de, Yemen’de, Cezayir’de, Libya’da toplumsal başkaldırıların olduğunu gördük, Arap olmayan ve adında “Cumhuriyet” sözcüğü taşıyan bir başka ülke İran’da da buna benzer olayları görmekteyiz.
Son 250 yılda dünyayı derinden etkileyen üç büyük devrim oldu: 1789 yılında Fransa’da; 1917 yılında Sovyet Rusya’da, 1923 yılında ülkemiz Türkiye’de….
Bizim devrimimiz, bugünkü direnişlere benzemeyen, dünya üzerinde büyük saygınlık uyandıran ve bu bölgede yani Orta Doğu ve Arap dünyasında, İslam dünyası içinde eşi benzeri görülmemiş bir antiemperyalist zaferin sonucudur.
Çin’den, Küba’ya, Latin Amerikan ülkelerine, Hint, Pakistan bağımsızlık savaşımına, Asya ve Afrika’da tüm mazlum halklara örnek bir öncülük etmiştir. Libya’da, 1911-12’de, Atatürk’ün görev yaptığı Trablusgarp’ta, direnişçilerin Türk Bayrağı'nı simge olarak kullanmaları bundandır.
Atatürk’ün bilinçli tasarlandığı cumhuriyet yönetiminin, 1923’ten sonra tek partili, 1946 yılından başlayarak da çok partili demokrasi yaşamında birçok aksaklıklarını görsek de, düşe kalka ilerleyen, arada, kesintilere uğratılan demokrasi serüvenimizin, tüm Arap demokrasilerinden, Asya, Amerika, Afrika, Avrupa’daki bazı ülkelerin yönetimlerinden çok ileride olduğunu, rahatlıkla söyleyebiliriz.
Osmanlı da son dönemlerinde Batılılaşma, çağdaşlaşma adını verebileceğimiz yenilikler içine girmeyi denemiş, meclisler kurmuş, okullar açmış, Avrupa’ya öğrenciler göndermiş, benzer kısıtlı çabalarda bulunmuş ancak Osmanlı aydınları (Jön Türkler) hiçbir zaman yeni bir devlet, cumhuriyet yönetimi oluşturmanın düşünü bile kuramamışlar, daha çok ülkesini yaşatabilme, bitkisel yaşamdan çıkarabilme niyeti içerisinde kalmışlardır.
Ondaki bilinçli “cumhuriyet” düşüncesi Harp Okulu yıllarındaki öğrenciliğinde başlamıştır. Bu okulda ve akademide, Montesquieu ve Rousseau gibi aydınlanmacıların düşüncelerini öğrendikçe, zamanla Fransızca’sını ilerlettikçe, bu düşünürleri öz dillerinden okuyarak; cumhuriyet, aydınlanma, demokrasi, çağdaşlık, milliyetçilik gibi kavramları benimsemiş bu durum onun düşünce dünyasını olağanüstü geliştirmiştir.
“Sınıf Arkadaşım Atatürk” adlı yapıtında Ali Fuat Cebesoy, Atatürk’ün daha 21 yaşında, 1902 yılında Harp Akademisi’nin 1.sınıfında “cumhuriyet” düşüncesini taşıdığını, Mazhar Müfit Kansu’nun “Zaferlerden sonra şekli hükümet Cumhuriyet olacaktır”, notlarından biliyoruz.
Erzurum Kongresi yapılmadan, Sivas Kongresi yokken, meclis kurulmamış, yurt topraklarımız düşman eline geçmiş durumdayken Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan ilkelerin, bu ülkenin temel felsefesinin ve cumhuriyetin ilk kez oralarda ortaya koyulduğu rahatlıkla gözlemlenir.
“Kuvayı Millîye’yi gerçekleştirmek ve millî iradeyi egemen kılmak esastır” sözü, tüm bu kongrelerin özüdür. 9 Eylül 1922 büyük zaferimizden sonra, 1 Kasım’da saltanat kaldırılmış, sonraki adımda 29 Ekim 1923’te cumhuriyet ilan edilmiştir. Dört ay sonra 3 Mart 1924’te halifeliğin ve Şeriye ve Evkaf Vekâlet’inin kaldırılması, eğitimin birleştirilmesi- bugün bile bunun öfkesini duyan türden cumhuriyet karşıtı insanların asla kabullenemedikleri- büyük devrimlerdir.
Atatürk’e göre, millî egemenlik bir ulusun kendi yazgısına doğrudan egemen olmasıdır. “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk, 10 yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır.” diyen ve cumhuriyetten, geniş anlamda demokrasiyi anlayan Gazi’nin yolunda, bağımsızlıktan ve cumhuriyetten anlamamız gereken budur.
Atatürk demokratik bir kültür oluşturmak, demokratik kurumlar kurmak ve geleceğin sivil toplumunun temellerini atmak için büyük çaba göstermiştir. Dünyada halkı Müslüman olan 60’a yakın devlet var. Ama kabul etmeliyiz ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bunların arasında yeri ayrı. Bu ayrımı, ırkta, inançta, soyut şeylerde aramıyor, ülkemizin yönetim biçimi olan cumhuriyet ve demokrasisinde görüyoruz. Çünkü, bizim demokrasimizin içindeki, çağdaşlık, laiklik gibi önemli kavramlar, bizi öteki ülkelerin yönetimlerinden ayıran özelliklerdir.
Bu nedenle, Atatürk’ün bizlere korumamız üzere verdiği, bu çağdaş ve laik demokrasiyi, çağın yeniliklerini iyi anlayarak, ülke bütünlüğü içerisinde, demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyeti’nin temel hiçbir ilkesinden ödün vermeden, Batının biçtiği rolleri önemsemeden, varlığını sonsuza dek yaşatmak en önemli görevimiz olmalıdır.