Eski Ramazanlarda, iftardan sonra gençler arasında eğlenmek adeta bir vecibe gibiydi. Başta İstanbul olmak üzere, Anadolu’daki her şehir ve kasaba, kendi imkânları ölçüsünde eğlenceler düzenlerdi. Eski İstanbul Ramazanlarının en canlı eğlenceleri, bir zamanlar şehrin kalbi sayılan Fatih semtinin Şehzadebaşı bölgesinde yaşanırdı. Ramazan geceleri, İstanbul’un dört bir yanından eğlence meraklıları buraya akın ederdi.
Anadolu’da ise daha sade ve muhafazakâr bir eğlence anlayışı hâkimdi. Kahvehanelerin perdeleri kapanır, içeride tombala gibi basit oyunlar oynanırdı. Bu eğlenceler, zamanla ya tamamen kayboldu ya da hayli azaldı. Şehirleşmeyle birlikte eğlenme biçimleri de değişti. Bu eğlenceleri yadırgayan, hatta sert biçimde eleştiren yazarlarımız ve ediplerimiz de vardı.
Ramazan gecelerini eğlenceyle geçirmeyenler ise vaktini camilerde, tekkelerde mukabele okuyarak ya da dinleyerek değerlendirirdi. Hatırlı konaklarda da mukabele okunduğu olurdu. Camilerin mahyaları ise adeta İstanbul’a özgü bir sahne kurar, kandillerin ışığında temaşa ruhu gelişirdi. O ışıklardan ilham alan şairler, gönül süzgecinden geçen dizelerle manevi manalar yakalarlardı. Şimdi minareler arasına gerilen dijital levhalardan kayan yazılara bakan var mı? Merak etmemek elde değil. Eskiden bir sanat olarak görülen mahyacılık, şimdilerde bilgisayar tuşlarının arasına sıkışan toz zerrelerine dönüşmüş durumda. O eski Ramazan gecelerinin ışıklı mahyaları, bugün dijital ekranlarda ve reklamlarda yerini aldı. Geleneksel mahya sanatının ruhu, artık hızla akan teknoloji ve tüketim kültürünün içinde kaybolmuş gibi.
Günümüzde, Şehzadebaşı’ndaki eğlence mahfillerine inat, Selâtin camilerindeki meşhur hafızların mukabelelerini izlemek, gündüzleri tıpkı eğlence merkezleri gibi dolup taşardı. Eski zamanlarda, gelinlik kızlarını bu mukabeleleri izlemeye götürmek, bir nevi görücüye çıkma anlamına gelirdi. Kafeslerin ardında kızlarını evden “uçurmak” telaşı, her annenin yaşadığı bir heyecandı. Ramazan ve mukabele, bu ânı taçlandırırdı. Ancak günümüzde, artık bunun gereksiz olduğu, hatta anlatıldığında gülüp geçildiği zamanlara geldik.
Anadolu’da oruçlu olmanın gerçek anlamını, özellikle yaz aylarında, tarlalarda sarı sıcaklar altında çalışarak yaşamak, yalnızca güçlülerin ve sabırlıların harcıydı. O günlerin sıcağında, toprağın kavurucu sıcaklığına karşı direnen eller, her bir zerresiyle yorgunluktan yıkılan bedenler, bir ömrü simgelerdi adeta. Tarlada, saman çuvallarının etrafında dolaşarak, her birini daha fazla doldurma telaşı içinde olmak, insanın bedenini zorlayıp sınırlarını test ederken, boğazlarına yapışan samanın verdiği rahatsızlık ise bir başka zorlayıcı ayrıntıydı. O samanın kokusu, insana bir şeyin eksik olduğunu hatırlatır gibi olurdu; bir yudum su, birkaç dakika serinlik, ama bunlar, her bir insanın kendi sabrıyla baş başa kalacağı, katlanması gereken birer imtihandı.
Gün batımına kadar süren bu zorluk, sadece bedeni değil, ruhu da şekillendirirdi. O sıcak ve tozlu günlerin sonunda iftar saatinin yaklaşması, tüm yorgunluğu bir nebze olsun unutturur, insanın içindeki sabır ve azmin ödüllendirileceği o kutsal anı beklemek, Anadolu'nun köylerinde her Ramazan'ın özüdür adeta. Hangimizin derinlerde kalan hatırası yok ki? Ramazan’a dair hatıraların gittikçe kısaldığını görmek bile insanın içinde bir hüzün kaplar.
Bundan sonra daha kısa günlere doğru ilerliyoruz. Bir dahaki Ramazan’a yetişebilir miyiz? Bu sorunun cevabı, hepimiz için meçhuldür. Zaman ilerledikçe, Ramazan'ın coşkusu üzerine yapılan tartışmalar da devam etse de, insanlar hâlâ kendi imkânları ve devrin şartları arasında hayata uymaya çabalamaktadırlar. Her dönem, kendi zorlukları ve fırsatları ile insanların hayatına yön verir. Tıpkı Ramazan gibi. Bu özel ay, her dönemin şartlarına göre şekillenir, ancak özündeki maneviyat ve sabır, zamanla değişse de hiç eksilmeden varlığını sürdürür.
Her devrin Ramazan'ı bir başka yaşanır, her bireyin gönlündeki huzur da farklı bir şekilde yeşerir. Kimisi dijital ekranlardan, kimisi geleneksel sahur sofralarından bulur o huzuru. Ama sonuçta, hepimiz bir şekilde Ramazan'ı kendi ruhumuzun ve zamanın şartlarıyla yaşarız. İstanbul Ramazanlarının coşkusu ise bugünlerde, verilen toplu iftarlarda görülüyor. Her meşrep, cemaat, vakıf ve kurumlar, sokak ortalarından büyük salonlara, mütevazi lokantalardan lüks restoranlara kadar toplu iftarlar düzenliyor.
Ramazan’da, genellikle müşkülpesent biri olarak, bu yıl bu iftarların bir kısmına katıldım. Gittiğim iftarlar, daha mütevazi ve samimi mekânlar oldu. Türk Ocakları İstanbul şubesinin idare binasındaki küçük salonda, mütevazi bir menüyle eski dostlarla hoş sohbetler yapmak, Ramazan bereketinin gerçek yansımasıydı. Gençlerin eskiyi merak ederek sordukları sorular, nesiller arasındaki bağların giderek zayıfladığının bir işareti gibiydi. Bu da, insanı geleceğe dair endişelendiren bir durumdu.
Geldi ve gidiyor Ramazan, seneye bir daha olur muyuz? Kısmet demekten başka bir şey yok. Bütün dilekler, sağlıklı ve umut dolu bir gelecek yönünde birleşiyor. Bu, hepimizin ortak duygusudur. Müşterek duyguda buluşmak, işte Ramazan’ın bereketi de budur; paylaştıkça, birlikte olmanın gücünü hissedebilmek.
Bir gün, Bektaşi’ye sorarlar:
“Ramazan’ın orucunu tutuyor musun?”
Bektaşi, “Ben oruç tutmam,” der.
Soruyu soran şaşkınca, “Peki, o zaman ne yapıyorsun?” diye sorar.
Bektaşi gülerek cevap verir: “Oruç tutanları izliyorum, onlardan öğrenecek çok şey var!”
Sabır, şükür ve paylaşmak Ramazan’ın hasılatı olarak Bayrama kavuşmanın heyecanı ile pekişince millet olmanın müşahhas varlığı bir kez daha ortaya çıkıyor. Bayramınız bayram gibi olsun inşallah.