Tarihin en eski çağlarından bu yana, İstanbul’a dışarıdan bakanlar hem onu övmüş, hem de güzelliklerini anlatmakla bitirememişlerdir. Türklerin İstanbul’a bakışı da bu süreçte benzer övgülerle sürüp gelmiştir. Mesela, Nedim’in bütün Acem mülkünü mısralarıyla feda ettiği İstanbul için yazdıklarını mezarından kalkıp bugünkü hâlini görse, yine aynı mısraları söyler miydi?
Nisan ayının karlı, yağmurlu ve neticesinde dondurucu soğuklarını İstanbul’da da hissettik. Anadolu’da kar ve soğuk meyveleri dondururken, bu tabii afetin yankısı İstanbul’da da hissedildi, desem yeridir. Nisan’ın bu soğuk günlerinde mecbur kalmadıkça dışarı çıkmadım. Anadolu ve İstanbul, aynı kaderi yaşıyor; kıyamete kadar da birlikte yaşamaya devam edecekler.
İstanbul’da toplu taşıma imkânlarının nispeten kolay olduğunu kabul etmek gerekir. Ancak bu kolaylık, yolcu yoğunluğunun ürkütücü boyutlara ulaşmasını engelleyemiyor. Balık istifi gibi dizilmiş yolcular, yapacak bir şeyleri olmadığından, bu durumu kanıksamış gibi görünüyorlar. Anlayacağınız, İstanbul’da nefes almak gerçekten zor.
Tüm bunları bilen biri olarak, mecbur kalmadıkça kalabalık saatlerin dışında yolculuk etmeyi tercih ediyorum.
Akşamdan, yarınki yol arkadaşım olarak düşündüğüm kadim dostum Prof. Ahmet Cihan’ı aradım. Üsküdar’da buluştuk. Hava artık üşütmüyordu. Zaten yalnız yürümeyi hiçbir zaman sevmedim. Ahmet Hoca ise az konuşan ama konuşmaya başladığında susmasını hiç istemeyeceğiniz bir hitabete sahip. Kanaatimce, Ziya Gökalp’i Türk münevverleri arasında en iyi anlayan birkaç kişiden biridir.
Bizde henüz kıymeti tam kavranamamış bir ilim dalı olan sosyolojiye ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu, onu her dinleyişimde bir kez daha fark ediyorum. Bugün de öyle olacaktı: Ahmet Hoca konuşacak, ben dinleyecektim. Günlerce evde kalışımın intikamını bol yürüyüşle alacaktım.
"Ya kısmet!" deyip birlikte Eminönü şehir hatları vapuruna bindik.
Vapur, her zamanki rotasının dışına çıkarak Kız Kulesi açıklarından geçip Sarayburnu önlerinden süzüldü; önce Karaköy, ardından da Eminönü’ne ulaştı. Alt kattaki salonda, uygun bir köşe bulup koyu bir sohbete başladık. Zaten uzun sayılabilecek bir zamandır görüşmemiştik. Hem geçen zamanın izlerini birbirimize aktarıyor, hem de güncel meseleleri düne bağlayarak bir yörünge arıyorduk kendimize.
Derken, fark etmeden vapurdan inmiş ve Eminönü’ne varmıştık. Sohbetin büyüsü bozulmadan, bu kez adımlarımız bizi Süleymaniye Camii’ne doğru yönlendirdi. Rüstem Paşa Camii’nin yanından geçerek, dar caddeler boyunca yukarı tırmanırken bambaşka bir dünyanın içinde bulduk kendimizi. Caddeler hem dar hem kalabalıktı; yürümek dikkat, sabır ve neredeyse bir iç disiplin istiyordu.
Bu sokaklarda ne ararsanız bulunur: Derdin devasını bulamasanız da aklınıza gelen gelmeyen her türlü eşya, bol müşterili dükkânlarda sizi bekler. Kimi zaman size hiç lazım olmayan bir şeyi bile almak geçer içinizden, sırf bu atmosferin telkiniyle. Koli taşıyanlar, el arabalarındaki yüklü paketler, omuzlarında yükle yürüyen hamallar… Herkes, bir telaşın içindeydi; ama o telaşın içinde bir tür düzen, bir anlam gizliydi.
Ve işte o an, bu sokaklarda bir kez daha hissettim: İstanbul, bütün karmaşasına rağmen hâlâ nefes alınabilir bir şehir.
Süleymaniye, uzaktan bakınca yakınmış gibi görünüyor; ama yokuş yukarı tırmanmak, bizim yaşımızdakiler için pek de akıl kârı değildi. Yine de havanın cazibesi, bu düşünceleri aklımızdan silip süpürmüştü. Bir şeyler deneyecektik…
Ahmet Hoca’nın bu sokaklara olan hâkimiyetini, bu yolculukta daha iyi anladım. Ne de olsa gençlik yıllarını İstanbul’da geçirmişti. İçimden, “Konuşurken bir yandan da gençliğinin izlerini arıyor,” diye geçirdim. Dar bir sokaktan yukarı doğru tırmanırken karşımıza, “Beni ziyaret edin,” dercesine sessiz ama davetkâr bir cami çıktı.
Caminin duvarları, tuğla ve taşlarla örülmüştü; minaresi ise, şerefesiz bir külahın altında yer alan pencereleriyle hemen dikkat çekiyordu. İkimiz de neyle karşılaştığımızı anlamaya çalışırken, kapıda uzun, kırçıl sakallarıyla, başında solmuş renkleriyle mavi bir külah, üzerinde siyah bir şalvar olan bir zat gayet mütebessim bir tavırla bizi karşıladı. Sanki orada bizi bekleyen, bu camiyi gezdirmekle vazifeli biri gibiydi. Davetinde ısrarlı olunca, nezaketen peşine düştük.
Bizi, caminin üst katında bulunan kabre yönlendirdi. Caminin adı “Saman Emini Evvel” idi. “Saman Emini” kavramı, tarihçiler arasında pek sık kullanılmaz; genelde “Arpa Emini” tabiriyle karşılaşırız. Dolayısıyla burada böyle bir isimle karşılaşınca şaşırmadım desem yalan olur. Rehberimiz, hem benim hem de Ahmet Hoca’nın tarih bilgilerini sınayarak, doğru yola ve caminin geçmişine dair detaylara ulaştırdı bizi.
O an, içimden şu cümle döküldü:
“Ne hazineler saklı sende ey İstanbul!”
Caminin hemen karşısında, bir başka mabedin daha varlığı dikkat çekiyordu: Osmanlı’nın ilk deniz amirallerinden biri olan Yavaşça Şahin Mehmet Ali Paşa’nın adını taşıyan cami. Gönüllü rehberimiz, bu cami hakkında da bazı bilgiler verdi. Anlattıkları arasında kendi hâllerine dair imalar da eksik değildi.
Ne yaptıklarına, ne söylediğine tam karar veremedik ama her iki durum da bir etki bıraktı üzerimizde. Bize “hocam” diye hitap ederken, sanki hem bizi sınayan hem de içimizden bir şeyleri süzen bir tavrı vardı. İtiraf etmeliyim ki, bu küçük detay bile bizde bir tesir bırakmadı desem yalan olur. Ahmet Hoca ile hem sohbet ediyor hem de yokuşu tırmanmaya devam ediyorduk. Bu yaşta insanı en çok merdivenler yoruyor. Yokuş tırmanmayı aslında severim; ama dizlere yük binince, yürümek hayli müşkül hâle geliyormuş. Bunu bir kez daha anlamış oldum. Yokuş çıkmaktaki maksadımız Süleymaniye Camiine varmak ama önce Koca Mimarımız Sinan’ı ziyaret etmekti. Bu sokaklarda bir defa daha İstanbul’un hâlâ nefes alınabilir bir yer olduğunu anladım. Sokaklar bize ne kadar eskiyse, nefes almak da o kadar yeniydi… İstanbul’un yorgun yüzünde taze bir soluk aramakla geçti günümüz.
(Devam edecek)