HÜZÜN DUYGULARI

Yüreğimize kurşun yarası gibi sızan günler…

  Bilmem kaçıncı kez yüreğim burkularak yaşarım hüzünleri. Ve ayrılık varsa, içim hep bununla doluysa, yoğunluğuna hayat bu duygularla bir oluyorsa ve efkâr basıyorsa her yanımı; söyleyecek ne bir sözüm kalır; elim, kolum, kanadım kırık ayaklarım alır götürür beni en ücra köşelere. Bu izbe yerlerde kimsesiz belki de hıçkırıklara boğularak hayattan kopmuş günlerin acısıyla yeni ağıtlar sessizce dökülür yüreğimden. Biliyorum ki ağıtlar yüreği bizarlara çareler olmaz; lakin yine de gözyaşlarını katre katre dökmekten yeğdir.

     Körelen sevgiler; anlayışsızlığın dipsiz kuyularına salar beni. İyi günlerin sıcaklığına kavuşmayı hasretin bütün dayanılmaz kışkırtıcılığına rağmen mecalim kalmaz; bitkin düşen insanlara inat, deniz dalgalarının bir külçeyi kıyıya vurduğu gibi vurur beni. Ilıkça esen rüzgarlar ne kadar okşasa da gönlümü; avunacak her bir şeyden uzaklarda kendi kaderimi yaşarım. An olur belki bir kasırga gelir bütün karamsarlıkları örseler atar bir yana. Belki… Kasırgadan bir şeyler ummakla nasıl çıkar bu akılla bu gönül yepyeni ufuklara?

     Ateşin dumanlarında savrulan ten, közünde nasıl olur da yanmaz! Üzerimizden çıkaramadığımız benliğimiz bizi dertten derde salmaz da n’eder! Her şeyin tadı bir yerlerde saklı kalmış, unutulmuş isimleri dal uçlarında… Umutsuzluk ne feci… İsyanla hemşeri olan duygularla daha nereye kadar? Hangi gönül nerede mutluluğun salıncağına binecek ve coşkun nehirler gibi çağlayacak? Yollar çıkmıyor güzelliklere; güzellikler gelip de bulmuyor bizi ve güzellik diye bir batağa saplanmışız. Kımıldadıkça batıyoruz. Batacaksan bat ey gönül! Ey dünya isyanım: sükûtunu başına bir sevda melaneti olarak dolanmasıdır. Ne rüzgârlar ne soğuklar ne de ateşli sevda hastalıkları getiremedi kendine. Böyle bir bela ki çıkmaz sokaklara götürür, yitik insanların hayatlarında bulursun kendini.

      Bu hüzün duyguları ne gözyaşlarına ne acıların tatlı hayallerine bir liman olur. Ne kadar durursan dur, ne kadar beklersen bekle bu limanın rıhtımı yok. Beklemek, düşlemek hep boşu boşuna. En iyi mutluluğu ve güzelin en güzelini kim bulmuş? Hep avunmalar ve faydalar üzerine kurulu hülyalar gibi bir hayat içinde gidip geliyoruz. Kendimizi hep olmak istediğimiz yerde sandığımızdan hayal âleminde yaşıyoruz, bulunduğumuz yerden bir adım ileri gidemeyişimiz hep sayıklamalarımız; sanmamızdır. Aslında her şey olduğu yerin gerisinde ve biz de bu gerçeği yaşıyoruz. Hayatın tatlı renklerinde iç içe olmak ve bunu bir ömür biçimi olarak görmek… Yaşadığımız gerçek bundan başkası değil. Nere ve nereye gidersen git varacağın yer bulunduğun yerdir! Ötesi: ötelerde; duyduğumuz, hissettiğimiz, sandığımız ve inandığımızdır.

      Tabiatın başkalığı kendimizi sarmalıyor ve her şeyimiz değişiyor bunu biz çok mu çok az görüyoruz. Kendimizi dahi görmekten mahrumuz, biçareyiz. Sadece yaşlılık ve bünyemize rahatsızlık veren her neyse onu görüyoruz, duyuyoruz, biliyoruz. Bakışlar, duyuşlar… her şey sürekli değişiyor: bizler aynı yerde değiliz. Sıcaklar, soğuklar dahi sürekli yeni yüzlerini gösteriyor. Ancak ve ancak önyargılarımızın algıladıklarınca hayata bakmayı bir duruş sanıyoruz. Şiddetinden kasırgalar gönderen rüzgâr, her yerde aynı anda tesir etmiyor. Ağaçların kimini kırıyor, kimi es geçiyor, kimini de toprağın bağrından söküp dışarı çıkarıp atıyor. İnsanlarda öyle bazen zayıflar sağlam, sağlamlar zayıf oluyor; umulmadık taş kan akıtıyor.

     Günler… Yüreğimize kurşun yarası gibi sızan günler…

     Mutlulukları sadece tebessüme sığdıran günler; bir parmak balla ömrümüzün her anını saadet içinde yaşadığımız nerde görülmüş?