Müdür İhsan Duman, öteki fabrika müdürlerinden hiç değilse on yaş ileridir. Eskişehir’de endüstrinin ilk fedai kafilesi Şeker Şirketi’nin emrine alındığı sırada o, şehir lisesinde matematik öğretmeniydi. Şimdi kendi seviyesinde mevkiler işgal eden gençler arasında, sınıfta hocalık ettiği birkaç kişi vardır. İhsan Duman, onlarla aynı kategoriye girmiş, İsviçre’ye gönderilmiş, yüksek elektrik mühendisliği öğrenimi almış, enerjik ve kararlı bir Türk aydınıdır. Diplomayı berkiten ve ona seçkin bir yurttaş payesini veren özellikleri, asıl karakteristiğini oluşturur.
Yukarıda belirtmeye çalıştığım sert çevre ve haşin hayat şartları, onun elinde ve kafasında, inanılmayacak bir yumuşaklığa ulaşmıştır. Elazığ fabrikasında bugün büyük şehirlerdekilerden daha zor şartlar hüküm sürüyorsa bunlar, bildiğimiz sebeplerden doğmamaktadır. Bu zorluklar, tasarruf veya buna benzer bir isabetli amaç altında, bizzat İhsan Duman tarafından sağlanmaktadır.
Bu ibarenin biraz çetrefil mana taşıdığını anlıyorum, izah etmeliyim:
Elazığ fabrikasında sinema, daimi surette, yeni bir film gösterir. Çocuklar şehre ve Habusu köy okuluna düzenli olarak devam ederler. Lokantada yenilen yemekler, Kayseri veya Turhal’dakilerden daha az nefis değildir. Oysaki ayrı bir sebebin, mahrumiyeti daha da sertleştirmesi mümkündü. Zira Elazığ şehrinde sebze diye bir şey yoktur. Kışın lâhanası, ıspanağı bile dışarıdan gelir. Bütün yaz vagonlar Seyhan dolaylarından Elazığ’a zerzevat taşırlar.
Elazığ fabrikasında hanımlar, sınırlı sayıda araç olmasına rağmen, düzenli olarak şehre erzak seferleri yaparlar. Fabrika kantininde kuş sütü eksiktir. Fiyatlar ucuz, mallar temiz ve tazedir.
Müdür, o dağ başında, yirminci yüzyıla yakışır bir hayat imkânı ve rejimi kurduktan sonra, hesaplı mahrumiyet rejimleri ve şartları sağlamaya girişmiştir. Meselâ havalar biraz yumuşak gitse, derhal kaloriferleri söndürür. Mart ayının başlarına tesadüf eden ziyaret günlerimde bu düzen uygulanmaktaydı. Bütün misafirperverliğine, centilmen yaratılışına rağmen, şahsiyle ilgili bir konu üzerinde çalışan benim gibi yaşlıca bir yazarı, Erzurum’dakinden beter şartlar içinde yaşattı. Onun kusursuz ve bilinçli aydın niteliği, memleketin kömür ihtiyacı karşısında hareketsiz kalmıyordu.
Lokantada israfa, içki tüketimine katı çizgiler çekmişti. Kırtasiye masrafında bile hesaba dayanan bir usul tutturduğunu söylediler. Şu dikkate değer hâdiseye de şahit oldum ki, hiçbir fabrikada, göze dahi çarpmamıştır sanıyorum:
Her yerde büro memurları, fabrikadaki teknik elemanlara nazaran, bir buçuk saat eksik çalışıyorlardı. Kampanya sırasında veya bilânço devresi gibi sıkışık zamanlarda büro memurları, gündelik mesaiye eklenecek ilk dakikadan itibaren fazla mesai ücreti alıyorlardı.
Oysaki teknik elemanlar için bu fazla ücret ancak kendi çalışma sürelerinin bitiminden itibaren başlıyordu. Bu fazla ücret ancak kendi çalışma birtakım memur arasında bir çalışma ve ücret adaletsizliği ortaya çıkıyordu.
İhsan Duman, bunu ortadan kaldırmaya karar verdi ve alışkanlıklara kapılan idarecilerle mücadeleye girişti. Nihayet genel müdürlüğe tezini kabul ettirdi. O günden itibaren fazla mesai karşılığı olan ücret, teknik elemanların normal mesai süresi dolduktan sonra verilecekti. Bu usul, sanırım; bütün fabrikalarda uygulanacaktır. Sosyal adalete ve mantığa uygunluğu da şüpheden uzaktır. İhsan Duman, eskilerin ‘tayini mukteza’ dedikleri huya hakkıyla sahip bir idarecidir. Meseleler üzerinde derhal karar verir ve hemen uygulamaya geçilmesini sağlar.
Bir sabah misafirhanedeki odamda, şafaktan evvel uyanmıştım. Bir süre oyalandım, notlarımı düzenlemekle vakit geçirdim Saat 7’de zile bastım. Garson, iki dakika sonra kapıyı tıkırdattı:
‘Emriniz efendim,’ dedi.
‘Biraz erken uyandım. Fabrikaya gitsem acaba kimseyi bulabilir miyim?’
‘Müdür Bey mutlaka oradadır. Başkalarını bilmem, beyefendi!’ dedi.
Gerçekten saat 7.30 da İhsan Duman masası başına geçmiş, kâğıtlarını karıştırmaya başlamıştı. On dakika sonra işini bitirdi. Fabrika işinde ve dışında her günkü teftişini yapmak üzere ayağa kalktı.
Yan yana yürüyorduk. Güneş, doğu tarafı açık olan boğazdan az evvel fırlamış, gökyüzüne doğru yükseliyordu.
‘Bilir misin,” dedi, “bütün işleri görmek ve vaktinde bitirmek için Allah’ın yirmi dört saati yetmiyor…’
‘Acayip,’ demişim…
‘Gerçekten öyle! Şunu otuza, kırka doğru yükseltmenin çaresi elimde olsa, bak o zaman ne manzara alırdı şuraları…’
Tamir edilen yollar, kaldırımlar, fidanlıklar, çiçeklik ler, arka taraftaki şantiye bakiyeleri, karışık malzeme alanları, hurdalıklar, açık havada duran raylar, portreller, keresteler, onu sıkıyordu. Sinirini yenmek için adımlarım sıklaştırıyor, yalnız günün saatlerini değil, insan gücünü de tabiatın dışına doğru arttırmak istiyordu. (Devam edecek)