DOĞU TOPLUMU-BATI TOPLUMU-I

               Kıymetli Turan Gazetesi okuyucuları ve takipçileri; uzun zamandır sizlerle buluşamadık. Yaşadığımız elim deprem hadisesi ve bu hadisenin toplumumuzda bıraktığı travmatik tezahürler herkeste olduğu gibi bende de şöyle bir düşünce oluşturdu. ‘’ Ortada böyle bir felaket varken başka ne düşünmek ve yazmak istiyorsun ki?’’ Ancak hayat devam ediyor. Hele bu deprem sonrasında yaşadıklarımızı da gördükten sonra, yani bu durumda iken bile şahsi çıkarlarını düşünenleri gördükçe kendi kendime şunu düşündüm. Biz nerede hata yaptık? Deprem veya herhangi bir felakete en az bizim kadar maruz kalan batı toplumu ve Japonya’yı düşündüm. Kendi toplumumuzu onlarla kıyasladım. Tarih sahnesine en büyük toplum önderlerini çıkarabilmiş olan bir milletin çocukları olarak bu duruma nasıl geldiğimizi düşündüm. Son üç dört asırdır insanlık alemine bir A4 kağıdına sığdıracak kadar bir faydamızın olmadığını üzülerek müşahede ettim. Sizlerle paylaştığım daha önceki buluşmalarımızda da bu ve buna benzer konuları yazarak düşüncelerimi zaten sizlerle paylaşmıştım. Yaşadığımız olumsuzluklarda hiçbir zaman kendi kusurumuzu aramadık. Biz her zaman haklı ve doğru idik ama bizi istemeyen dış güçler hep önümüze engel koymak için uğraşıyorlar ve bize düşmanlar. Bunun böyle olmadığını hepimiz biliyoruz aslında ama söylemekten korkuyoruz. Hatayı ve kusuru kendimizde arasak problemlerimizi çözeceğimizi kendimize itiraf etmekten korkuyoruz. Değişimden korkuyor ve statükoyu devam ettirmenin hayrımıza olduğunu düşünüyoruz. Değişimden yana olan her düşünceye muhalefet ediyoruz. Ancak bu doğru bir hareket tarzı değil. Nasıl ki Hazreti Muhammed (s.a.v), müşriklerin her türlü karşı çıkmalarına rağmen toplumu değiştirdi ise, nasıl ki Kürşad 40 kişi ile Çin zulmüne karşı gelerek toplumu harekete geçirdi ise, nasıl ki Osman Han 600 yıl sürecek bir hanedan imparatorluğunun temellerini atma fikrini hayata geçirdi ise, nasıl ki Mustafa Kemal Atatürk birinci dünya savaşının mağlubu sayılan ve her karışı düşmanlar tarafından zaptedilmişken, üzerine ölü toprağı atılmış bir toplumu yeniden ayağa kaldırmak için canı pahasına mücadele ile Türkiye’yi yeniden yapılandırdı ise, bizim de kollektif bir ruh hali ile ama önce kusurları kendimizde görerek silkelenme zamanımızın geldiğini düşünüyorum.   

               Ünlü Alman sosyolog, düşünür ve ekonomi uzmanı Max Weber, modern tarihin gelmiş geçmiş en büyük değişim hamlesi olarak rasyonalizmi (akılcılık) görür. Aslında bu anlayış bizlere yabancı bir kavram değildir. İmam Maturidi geleneğinden gelen bizler için bu kavram bize çok yakındır. Weber’e göre rasyonalizmin Batı üzerindeki etkisi, insanlık tarihinde nadiren rastlanmış bir olaydır. Üçyüz sene boyunca içten içe kendisi ile hesaplaşan Batı toplumunun geleneksel yapıları tek tek dönüşüme uğramış, amaçlarla araçlar mantıksal tutarlılıkla yerlerini yeni davranış kalıplarına bırakmıştır. Doğu toplumlarının düşüncelerinin yaşamayıp itiraz ettiği nokta işte bu dönüşümdür. İdraki bilinçte kararan tüm geleneksel kültürlerin algılama kapasitesi ve zihindeki bilgi şeması değişmediği için dünyayı ve toplumsal olayları kavrama kodları da gelişmemiştir.

               Newton’la başlayan bilimsel devrim; reformasyonu ifade eden kültürel devrim; aletten makinaya geçişi sağlayan teknik devrim… Bilimsel, siyasal, kültürel ve endüstriyel dönüşüm sürecinde ortaya çıkan bu olguların bütünü Modernite olarak tanımlanabilir. Moderniteyi bazı yazarlar Gutenberg’in matbaayı icadıyla (1436), bazıları Luther’in kilise otoritesine isyanıyla (1520), bazıları Otuz yıl savaşlarının sonuyla (1648), bazıları Amerikan ya da Fransız devrimiyle başlatır. Modernitenin en belirgin özelliği, ruhban kültürünü öteleyip yeni bir entelektüel kültür yaratması, aklın dilini çözüp düşünceyi serbest bırakmasıdır. Batı moderniteyi başlatırken Doğu toplumları ise kış uykusundaydı ve bir türlü uyanmak istemediler. Mesela; belirli bir döneme kadar dünya ’ya yön vermiş olan Osmanlı imparatorluğu yönetimi dünyayı tanımak şöyle dursun, kendi içinde olup bitenlerin bile farkında değildi. İnsan aynı zamanda bilinç varlığıdır. Dünya devamlı ve geri dönüşü mümkün olmayan bir şekilde değiştiğine göre, bu duruma paralel olarak toplumlar da değişir.

               Teknoloji fizik dünyayı, siyaset toplum yapısını, birey de kendi zihniyetini değiştirir. Toplumun zihinsel algı ve benlik duygusunu dünya hayatı ve çağın realitesine uyumsuz kılan her türlü konservatif düşünceler insan gelişimini engellemiş ve toplumların da geri kalmalarına sebep olmuştur. Doğu-Batı uygarlığının en büyük farkı iki kültürün yaratıcısı ve taşıyıcısı olan insan malzemesidir.

               Doğulu insanın düşünce merkezinde akıl ve bilimsel düşünce çok az yer tutar; aklı kullanıp olguları akıl terazisine vurmak, sunulan referanslara kuşku duymak caiz değildir. O gözlerini kapayıp vazifesini yapmalı, cehlini şeyhin ağzından çıkan sözlerden giderip kıssadan hisse çıkarmalıdır. Kendi kabulleri ve dünyasının dışına çıkıp başka ilgi, kurgu ve eğilimlerle zinhar tanışmamalı, hatta tanışmak bile istememeli…Aksi halde zihin sükuneti bozulur, dünyası başına yıkılır. Doğulu insan bir şeyin sebeplerine merak salarken, Batılı insan olgunun sonuçlarına yönelmiştir.

               Doğu kültüründe insanın yol göstericisi ilham, vahiy, sezgi gibi vicdani ögelerdir. Batı insanının yol göstericisi ise; zeka, akıl, deney ve elde edilen yarardır. Aslında kutsal kitabımız Kur’an’da en az 50 ayette aklımızı kullanmamız ve sorgulayıcı bireyler olmamız vahy edilmesine rağmen bugün geldiğimiz noktayı kabullenmemizin doğru olmadığını düşünüyorum. Batılı insan bireysel ve toplumsal yararı öne çıkarmaktadır. Doğulu insanın tüketim listesi kabarık değildir; ihtiyaçlar yaşamın doğal parçası değil bize lütfedilenlerle sınırlıdır.

               İslam düşüncesinin modernite karşısında en ilgisiz ve tepkisiz alanı, ekonomik duyarsızlıktır. Ekonomik geri kalmışlığın teorik ve zihinsel arka planında dünya hayatını değersiz bulma; ekonomik faaliyeti, saygınlığı olmayan bir ilişki biçimi görme anlayışı yatar. Ekonomik bilinç toplumsal etkileşimin bütününden, gelenek ve dinin etkisinden ayrı olarak şekillenemez.

               Kur’an’daki el-hayatü’d dünya terkibi ve dünya-ahiret kavramlarıyla kurulan ilginin, anlayan ve aklını kullanan Müslümanlar için çok büyük önemi vardır. İslam teolojisi dünya ve ahireti birbirinden ayrılmaz iki yaşam alanı saymıştır. Biri içinde yaşadığımız gerçek dünya, öbürü ise ölümden sonraki ahiret hayatı. Dünya kelimesi zamanla denaet mastarından türeyen çok düşük, adi, basit iğreti, rezil hayatı simgeleyen bir anlama bürünmüştür. Akıl yolu ile düşünmeyen bazı kişiler; Allah yolundan alıkoyan her şeyi, dünya kavramı içine sokarak, nefsin zevklerinden, para ve mal varlığından ibaret görmüşlerdir. İslam teolojisi ile uğraşanlar dünya-ahiret düalizminden ahiret lehine dünyevilik aleyhine bir sonuç çıkarmış; dünyaya dalan Allah’ı unutur anlayışı geliştirmiştir. Bu anlayışın ticarete olumsuz bakışına örnek olarak Süleyman el-Cezuli tarafından yazılan Delail-i Hayrat Şerhi kitabını örnek olarak gösterebilirim. ‘’ Bir kimsenin kazanç elde etmek veya zarardan kurtulmak için veya ticari işleri dolayısı ile bir dileği olsa, o kimse yedi gün ve günde 786 kere besmele çekse Allahü Teala’nın izniyle muradına erer’’. (S.19) (….) ‘’Müslüman biri dünya nimetlerinde sıkıntıya uğrasa, fakirliği artsa, gücü azalsa, türlü hastalıklara uğrasa, halk arasında hakir ve zelil olsa, onlara itibar etmeyip asla kendine gam getirmez, aksine ben iman nuru ile nurluyum, şerefliyim diyerek şükür duyar…..’’ Bu düşüncelerin Kur-an Müslümanlığı ile uzak yakın bir ilişkisi olamaz. Müslüman birey; araştırmacı, sorgulayıcı ve olumsuzluklar karşısında çareler üreten bireydir.

               Teslimiyetçi doğu kültürünün dünyayı boş verme anlayışı, Batı kültüründe bize göre çok az veya hiç yoktur. Batı kültürü kar dürtüsü ve tüccar sınıfının ekonomik faaliyetini meşru ve saygın bir faaliyet olarak görür. Mesela; Osmanlı toplumunda, Müslüman bir esnaf dükkanının içinde rızkını beklerken, Rum esnaf kapının önüne çıkar, Yahudi tacir ise müşterinin ayağına kadar giderdi (Pazarlama). Sonuç olarak; bir lokma bir hırka kaderciliğine razı olanlar, ekonomik değer yaratma anlayışının, toplumsal refah ve huzur sağlamada bireysel ibadetten daha yararlı olduğu bilincine gelmeden sefalette yaşamaya mahkumdur.

               Bu konudaki yazılarıma önümüzdeki günlerde de devam edeceğimi belirtir Turan Gazetesi’nin tüm okuyucularına sevgi ve saygılarımı iletirim.