DİYARBAKIR (4)

İnsanlık tarihi kavgalar ve savaşlarla doludur. Her mahalle kendisini haklı çıkarmak için savaşları görünür sebeplere dayandırmıştır. Sebep ne olursa olsun, bundan etkilenenlerin de hiçbir hakiki sebepten haberi olmayan halk büyük zarar görmüştür. Geriye dönüp bu savaşların izini sürdüğümüzde halk dışında en çok etkilenenler arasında mabetler olmuştur. Kimisi yakılmış, kimisi de yıktırılmıştır. Şanslı olan mabetler de dönüştürülmüştür. Hatta yenilenmiştir. Anadolu coğrafyasında bunların sayıları oldukça fazladır. Bunlardan biri de Diyarbakır Ulu Cami’dir.
Müslüman Araplar tarafından fethedilen Diyarbakır, kiliseleriyle meşhurdu. Bu kiliselerden en büyüğü olan Martoma Kilisesi, 7. yüzyılın ortalarında Müslüman Arapların fethinden nasibini alanlardandır. O günkü halini bilmemize imkân yok. Ancak şimdiki mevcut binanın üzerine ve çevresine sonraki zamanlarda birçok eklemeler yapıldığını biliyoruz. Bunlardan en bariz olan değişiklik minaredir. Çan kulesi ve minare ikisi de Tanrı'ya daveti sağlayan mekânlardır. Ancak Anadolu’daki Türk etkisiyle Tanrıyı çağırma mekânlarının biçim değiştirdiğini söylemek lazımdır. Minare de bu değişiklikten nasibini almıştır. Kare tabanlı bir kaide üzerine oturtulan yapı, mahalli özellikler yansıtan Türk ustaların elinden çıkmıştır. 12. yüzyılın ortalarında yapılan minare, kendisine has özellikler yansıtan tasarımı ile adeta bir gözlemci gibi Ulu Camiye nazır durmaktadır. 12. yüzyıl ortalarına doğru Türk hakimiyeti ile caminin de işlevi değiştirilir. Sadece ibadet edilen mekân olmak yerine ilim ve irfan dağıtan bir mekân olmuştur. Engin kapılı medresede ders görenlerin envanteri çıkarılsa, kim bilir nelerle karşılaşacağız. Fetihlerin sadece kılıçla olduğunu düşünenler, Türk hakimiyetini taraf tutmadan incelediklerinde bu gerçekle karşılaşacaklardır. Bunlardan en bariz olanı da Ulu Cami avlusunda bulunan ve halen ziyaretçilerin görebildikleri saattir. Avlusunda çokça koştuğumuz caminin medrese yakınında bulunan saatinin etrafında çokça dolaştığımızı hatırlıyorum. Şimdi, dokunulmasın diye etrafını demir parmaklıkla kapatmışlardır. Üzerinde bulunan çivisini kim, nasıl ve ne zaman çakmış merakı hâlâ sürmektedir. Medresenin en ünlü hocası Türk ilim insanları arasında en ünlü olanlardan biri olduğunu bilenlerin sayısının çok olmadığını da biliyorum. Sibernetik ilminin kurucusu ve Cizreli olarak bilinen El Cezeri bu medresenin hocalarındandır. Ünlü İtalyan âlimi Da Vinci’nin ilham kaynağı olduğu bilinmektedir.
Diyarbakır Ulu Cami içinden çıkmak öyle kolay değildir. Hanefi ve Şafi mezhebine bağlı olanların ayrı kapılardan camiye girip çıktıkları, bilmeyenler için şaşkınlık yaratabilir. Ancak, hür düşünce geleneğinin yeni olmadığının da bir işareti olarak görmek gerektiğine inanıyorum. Dini ritüellerde özgürlük ve sınırsızlık burada, maddi bir varlık olan camide tecessüm etmiş olduğunu düşünmekte bir beis yoktur. Türk asırlarından yapılan binalar, camiye ayrı bir özellik katmıştır. Hâlâ öyle mi, açıkçası bilmiyorum. Ama, meydana bakan binanın üst katının halk kütüphanesi olduğunu ve orada kitap alarak okuduğumu, bu arada dışarıda da nelerin olup bittiğini rahatlıkla görebiliyordum. Beylikler, Selçuklular ve Osmanlı asırları Diyarbakır’ın imarı için altın yıllar olmuştur. Sur içinde kalan kısmında Peygamberlerin makamlarının ve mezarlarının olması ile Sur dışında, bugünkü Eğil ilçesinde Kur’an’da adı geçen peygamberlerin mezarları, Diyarbakır’ı Türk-İslam âlemi için önemli hale getirmiştir. Birçok kaynakta bu sebepten dolayı İslam diyarlarının en kutsal beldeleri arasında yer almaktadır.
Önüne gelen her şeyi yakıp yıkan Haçlı ordularından nasibini alan Diyarbakır’da, Haçlılara Anadolu’yu dar eden Anadolu Selçuklu hükümdarı Kılıçaslan’ın mezarının da burada olması, kadim Türk şehri Diyarbakır’a bir özellik daha katmıştır. Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıçaslan’ın mezarının Silvan ilçesinde ortaya çıkması ile Diyarbakır’ın Türk tarihi içindeki yeri daha da artmıştır.
Surları, medreseleri, camileri, kervansarayları, suları, bahçeleri ile tarihteki yerini altın harflerle yazdıran Diyarbakır, eskileri anıyor mu, açıkçası bilmiyorum. Milyonun üzerine çıkmış toplama nüfusu ve sonu gelmek bilmeyen ruhsuz binalarla tarihteki yerini devam ettiriyor.
Biz, emsal olanların bildikleri ile şimdi gördükleri arasındaki farklar arasında sıkışıp kalmak çok zordur. Bu zorlukların arasında sıkışıp kalmak, bir gönül işkencesi olarak göğsümüzün üzerinde oturup kalmış bulunmaktadır. Öykünmek, gayret etmek, çabalamak için son nefese kadar mücadele etmek gerekir.

Türk resim sanatının en ünlü ustalarından biri olan ve yakınlarda kaybettiğimiz dünya çapındaki ressam Mehmet Başbuğ ve hocası Coşkun Karakaya’nın da bu toprakların bir evladı olduğunu söylemek gerekir. Türk dünyasının en ünlü ressamı Mehmet Başbuğ tuvallerine resmettiği eserleri ile bu topraklara büyük bir değer katmıştır. At ve onun vazgeçilmezi olan bozkırın resmini diyebiliriz ki Mehmet Başbuğ’dan daha anlamlı ifade eden olmamıştır. At resimlerinin ustası Mehmet Başbuğ at diyarı Kırgızistan’da vefat etti. Türk sanatının usta ismi Mehmet Başbuğ tarihe kendi ismini Ali Emiri, Süleyman Nazif, Cahit Sıtkı, Sait Paşa, Ziya Gökalp ve diğerleri gibi altın harflerle yazdırdı.

Diyarbakır Türk tarihinin emsalsiz sayfalarını süslemektedir. Bir kültür merkezi olarak Diyarbakır sadece hatırlarda yaşayan mekân olmaktan kurutulmanın günlerini sabırsızlıkla beklediğini bütün kalbimle hissediyorum. Bütün Türk dünyasını kuşatan ve ışık saçan münevverlerinin ruhlarını muazzez kılmanın yolu elbette tükenmiş değildir. Tükenen ve tüketenler sadece yorulduklarını sanan teslim olmuşlardır. (Devam edecek.)