DİYARBAKIR (3)

Biliyorum ki gazetenin bu köşesinde Diyarbakır’ı anlatmakla bitiremem. Bir vesile ile kısa bir ziyaret için Diyarbakır’a gitmiştim. O zaman bazı notlar almış ve bu notlarımı bir gün yazarım diye dosyamda muhafaza etmiştim. Bu notların arasında kimler yok ki, hepsine nasıl sıra gelecek diye ben de merak ediyorum. Bu yazıyı yazarken önümde Diyarbakır için düzenlenen bir sempozyumun bildiriler kitabı var. Çok hacimli olan bu kitap, sahasında kıymetli bir eser olarak kütüphanelerde yerini almıştır. Tarihe ait bildirilerin ilmî münakaşası elbette yapılmıştır. Merak edenler bu kitaptan Diyarbakır tarihini rahatlıkla okuyabilirler.

Diyarbakırlı Sait Paşa’nın hepimizi düşündürecek bir beyti vardır:

‘’Vakt-i ikbalinde kasırdır ricalin himmeti,
Mürtefi oldukça şemsin sayesi maksûr olur.’’

Devlet hizmetinde yüksek makamlara çıkanların yardımları azalır; güneş yükseldikçe gölgesi tesirsiz hale gelir. Sait Paşa bunu kimin için söyledi bilmiyoruz. Ancak hepimizin bildiğini anlamlı sözlerle ifade etmiştir. Sait Paşa’nın çok tanındığını söylemek zordur. Diyarbakırlı bu kıymetli devlet adamının Osmanlı’nın son zamanlarında büyük hizmetler yaptığını biliyoruz. Dahası, kendisinden daha şöhretli bir evlat yetiştirmiş olması, şiirleri kadar önemlidir. Süleyman Nazif, Sait Paşa’nın oğludur. Namık Kemal’in izinden giden Süleyman Nazif’i hepimiz "Batarya İle Ateş" isimli eserinden biliyoruz. Süleyman Nazif’in Namık Kemâl hayranı olmakla kalmamıştır. Yazdığı şiirlerde Türk ruhunun yüceliğini her defasında ifade etmiştir. Meraklı olanlar Süleyman Nazif’in Türk İlahisi şiirinde bunu açıkça görebilirler.
"Türk oğlu, ırkına, vatanına, tarihine ihanet etmiş olan kişi ve kavimlerin hiçbirini unutma… Unutma ve affetme" diyerek şiirlerinde ve yazılarında devrin öncü edebiyatçıları arasında yer alır. Süleyman Nazif, İstanbul’un işgali sırasında Fransız generalin at üzerinde İstanbul sokaklarında dolaşmasına tahammül edemeyerek "Kara Bir Gün" başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazı büyük bir etki uyandırdı, ardından mitingler düzenledi ve işgale karşıtlığını açıkça gösterdi. Bunun bedelini Malta’ya sürülerek ödedi. Ancak burada da boş durmadı; ümit veren şiirler ve yazılar kaleme aldı. 20 ay boyunca Malta’da esir kaldı. Dönüşünde ise fakrü zaruret içinde vefat etti. Süleyman Nazif, tek başına bir Diyarbakır’dır. Ne yazık ki büyük bir yokluk içinde son günlerini geçirmiştir. Büyük nüktedanlarımızdan Ömer Ferid Kam, Süleyman Nazif’in yokluk içinde vefatına üzülenlerdendir. O’nun ölümü üzerine şu dörtlüğü söylemiştir:

‘’Sağlığında nice ehli hünerin,
Bir tutan tuz bile konmaz aşına;
Öldürüp evvel onu açlıktan,
Sonra bir türbe dikerler başına.’’

Süleyman Nazif’in kabri Edirnekapı’dadır. Millete lazım olan millî birliği sağlayan değerlerin benimsenmesidir. Bunu sağlayanlar da sanatkârlardır ve bunların başında şairler gelir. Türk milletinin zor zamanlarında hislerine tercüman olan Süleyman Nazif, acaba Diyarbakır okullarında okutuluyor mu? Korkum odur ki, Süleyman Nazif ve diğerlerinin unutulmaları için gayret sarf edilmektedir.
Sur içindeki Diyarbakır’ın şen, mutlu, kibar, beyefendi ve hanımefendilerinin süslediği dar sokaklar, kısa caddeler yerine; mutsuz ve amorf bir yapının hüküm sürdüğü yeni Diyarbakır’da geniş bulvarlar ve bulutların üzerine çıkan binalar yer almıştır. Eski Diyarbakır mı, yeni Diyarbakır mı?
Bu satırları okuyanların çoğunun benimsemediğini bildiğim Ahmet Arif, Diyarbakırlıdır. Sade ve duru Türkçesi ile yazdığı protest şiirler bazıları tarafından kendi amaçları için kullanılsa da kıymetinin edebi çevrelerde yer bulduğunu söylemek zordur. Ahmet Arif bile bazıları için çok hafif kalmaktadır. Anlaşılan surların arasına saklanan sırlardan biri de bu olsa gerek. Sırları saklayan sadece surlar mıdır? Kocaman taşların arasında saklananların ne olduğu ortaya çıksa mevcut ahkâm kesenlerin solukları kesilir. Marifet taşları yani surları konuşturmaktadır.
Bir düğün vesilesi ile bulunduğum Diyarbakır’da, aynı masada oturduklarımızla kısa bir sohbet imkânı bulmuştum. Yanımdakilerden birine Celal Güzelses’i tanıyıp tanımadığını sordum. Aldığım cevap beni çok şaşırtmasa da, artık başka sözlerle sohbeti devam ettirmenin bir anlamı olmadığına karar verdim. Aldığım cevap “Celal Bey ne iş yapıyor?” idi. Elbette kusur vatandaşlarımızda değildir. Şark Bülbülü lakaplı bu kıymetli Diyarbakır evladını tanıtmak bizim görevimizdi. Ancak ne yazık ki, onun gibilerinin yerini nesebi gayrı sahih bir kakofonik gürültüden büyük zevk alan coşan bir topluluk almıştır. Bırakın Diyarbakırlıyı, bir Türk evladının dahi Celal Güzelses’i bilmemesi büyük bir noksanlıktır. Diyarbakır mahalli musikisinin daha başka mümtaz şahsiyetleri vardır. Sıkıntı odur ki, nevzuhur sözde sanatçıların, kadim Türk sanatçılarını halka unutturmalarıdır.
Diyarbakır, sur içindeki hayatı ile şimdiki hayatının mukayesesi, bizim gibi uzun yıllar sonra görenler için daha iyi anlaşılır. Kadim şehirden göç edip gidenler, yalnız gitmediler. Gidenler, beraberlerinde sevdalarını, aşklarını, sanatlarını, sadeliklerini, kibarlıklarını ve güzelim Türkçelerini de birlikte götürdüler. Büyük şehirlerin kalabalıklarına ve gürültülerine karıştılar. Kendi tarihlerine yeni bir istikamet verenler aynı zamanda geride bıraktıkları şehirlerinin de kaderini değiştirdiklerini biliyorlar mıydı? Yoksa yaşadıkları bir hayal miydi? Şehirlerin kaderi insanınkine benzetilebilir mi? “Diyarbakır Etrafında Bağlar Var” türküsü tam da bu derdi yaşayanlar için söylenmiştir. Yüreklerinde coğrafyalarının sevgisini taşıyanlar tam da "fitil işler yüreğimde yaram var aman" dediklerini duyar gibiyim.
Gidenler gitti kalanların ne yaptıkları belli değil. Gidenlerin yerine konan ne var? Bilen yok. Bana kalırsa asıl zorluğu bundan sonraki nesiller yaşayacaktır. (Devam Edecek.)