DİYARBAKIR (2)

Bakırdan bir sini gibi pürüzsüz duran bir arazi üzerine kurulu olan şehrin surlarla çevrili olması, bir zamanlar güvenliği sağlamak için büyük bir avantajdı. Bu avantajı sağlayan ise, şehri baştan başa saran surlardı. Kapılar kapandığında, içeriye izinsiz bir kuş bile giremezdi. Homeros'un aktardığı efsanevi Truva savaşlarında, sırtını Kaz Dağları’na veren Truvalılar, şehrin kapılarını kapattıklarında dünya ile bağlantıları kesiliyordu. Akalar, on yıl süren kuşatmanın ardından, tahta bir at ile içeri soktukları ajanlar sayesinde kale kapılarını açmış ve Truvalıları baskına uğratmışlardı. İlyada ve Odysseia, Homeros’un tatlı anlatımları ile şöhret buldu. Yunan Mitolojisinin temelini teşkil eden bu destanın Odysseia kısmı genellikle ihmal edilir. M.Ö. 12. yüzyılda başlayan bu savaş, trajik Yunan mitolojisinin temelini teşkil eden; Olimpos’ta oturan tanrıların hile, entrika ve aldatma ile başlayan mücadelelerinin ardından titanların mücadelesi ile devam etmiştir. Keşke surların da kendi mitolojileri olsaydı! Aldatma, entrika, ihanet, hile yerine sadakat, dayanışma ve ahlak üzerine bina edilen sur içi hayatı imtiyazlı bir hayat olsa gerek. Sırtlarını surlara dayayanlar bu hayatı sağlamışlardır. Bu da surların sırrı olarak günümüze kadar gelmiştir.

Diyarbakır surlarının mitolojik bir özelliği henüz ortaya çıkarılmamıştır. Çin Seddi için anlatılanların hayli fazla olması, dikkatli gözlemcilerin aklına “Diyarbakır surları neden böyle bir şöhrete sahip değil?” sorusunu getirmiştir. Avrupa’daki her şato ve kalenin dayandığı uzun edebi metinlerin, hikâyelerle süslendiğini görüyoruz. Diyarbakır surları ile Avrupa’daki kalelerin mukayesesi elbette yapılamaz. Bu muazzam yapının eşsiz olmasının sebebi hâlâ tam olarak anlaşılabilmiş değildir; ancak sırlarını anlamaya çalışan meraklılar elbette vardır. Romalılardan önce temeli atılmış olduğu ve büyük bir kısmının onlar tarafından yapıldığı söylenir. Kocaman surun birbirine eşit bazalt taşlarını yontan ustadan başlayarak, surların taşlarını üst üste koyan ustalara, taşıyan işçilere ve mimarlarına kadar pek çok kişinin izleri duvarların içinde gömülü olduğu muhakkaktır. Kimi zaman, rüyalarında bu emekçilerin hazinelerini ele geçirmek isteyenler tarafından surun bazı yerlerinin fareler gibi kemirilerek kazıldığı herkesin malumudur. Bizanslılar, Akkoyunlular, Selçuklular ve Osmanlılar da bu tarihi surlara kendi izlerini bırakarak ilaveler yapmışlardır. Bu muazzam yapının, bir zamanlar burada yaşayanlara ilham verdiğini belirtmek gerekir.

Tarihi yapılar, yöre insanının bir parçası olmuştur. 19. yüzyılın sonlarına kadar her akşam gün batımında şehrin dört kapısı kapanır ve sabahın ilk ışıklarıyla yeniden açılırdı. Böylesine bir hayatı güven içinde yaşamak ancak surlarla mümkün olmuştur. Son asrın başlarına kadar kapıların güneşin batışı ile kapandığı doğuşu ile açıldığını biliyoruz. Bazı Diyarbakır türkülerinin surları anlattığını belirtmeliyiz. Ya da sur içindeki hayatı anlatan türküler, burada yaşayanların ortak değeri olarak yıllarca varlığını sürdürmüştür. Türküler, hayat verdikleri canları yitirince onlar da sustular. Nasıl susmasınlar ki, her cemiyette terennüm edilirken, gülüp eğlenenlerin ve ayrılıklarına yananların can dostu gibiydiler. Surlara yakılan türküler, surları terk edenler gittikleri yerde kendilerinden başka kimse dinlemeyince onlar da söylenmez oldular.

Unutulanlar arasında kimler yoktu ki; Atatürk’ün “Şarkın Bülbülü” lakabını taktığı Celal Güzelses, bunların başında gelir. Daha kimlerin unutulduğunu da surları terk edenler hatırlasın. Maksadım, surlara güzelleme yazmak değildir. Ama yazılsa fena mı olur? Dünyanın en büyük ikinci surları hakkında ne yazılsa azdır. Keşke hayat, sadece surların içinde kalsaydı. O zamanlar birbirini tanımayan yokmuş. Rum, Süryani, Ermeni ve Türkler, hep bir arada huzur içinde yaşasalardı. Yenişehir yapılmasaydı. Sonra şehir dağılmasaydı. Köylü köyünde, şehirli şehrinde kalsaydı. Ama olmuş olana çare yok. Arkaya bakarken bunları görüyoruz. Peki, önümüzü niçin göremiyoruz? Geçmişimizi kollamadığımızdan olabilir mi?

Diyarbakır’ın sadece surlardan ibaret olduğunu söylemek elbette eksik olur. Hevsel Bahçeleri, Dicle Nehri, Gazi Köşkü, Hasan Paşa Hanı, aklıma gelen ilk yerlerdir. Fiskaya’dan Hevsel Bahçeleri manzarasına doyum olmazdı. Önünüzde, karşınızda bir cennet uzanıyormuş gibiydi. Hâlâ öyle mi, emin değilim. Harput Kapı’dan sola doğru uzayıp giden yolun solundaki ciğercilerin kokusu hâlâ burnumda. Diyarbakır’ın hemen her köşesinde, Anadolu insanının gösterişsiz, mütevazı tavırlarını görmek mümkündü. Odun fırınlarında pişirilen ekmeklerin kokusu tüm sokağı sarardı. Ayva tüylü genç kızların al al olmuş yanakları gibi kızaran ekmeğin tadını unutmak mümkün mü? Yaz aylarının eğlencesi olan açık hava konserlerinde Diyarbakırlıları coşturan türküleri söyleyen sanatçılara artık rastlamamak, büyük bir kayıp olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Karpuz festivalinde rastladığım zamanlardan birinde, 73 kiloluk karpuzu gördüğümü dün gibi hatırlıyorum. Meşhur karpuz içindeki çocuk fotoğrafı gerçekten vardır. Dicle kıyılarında yetişen bu karpuzların tadı, başka hiçbir karpuza benzemez. Bir de Dicle kıyılarında yetişen kışlık kavun vardır ki, yalnızca kışın yenir ve tadına doyum olmaz. Biliyorum ki, Diyarbakır’ın barındırdığı nimetleri saymakla bitiremeyeceğim. Bir zamanlar, bu nimetler tüm bölge için geçim kaynağıydı. Memleketimizin hemen her tarafında kendine has özellikler vardır. Asıl mesele, bu özellikleri geliştirerek geleceğe taşımaktır.

Diyarbakır’ın önemli eğitim kurumlarından biri Eğitim Enstitüsü’ydü. Buradan mezun olan ve eğitim kurumlarımızda önemli hizmetlerde bulunan kişilerin bir kısmını tanıyorum. Onlarla ne kadar övünsek, azdır. Ne yazık ki Diyarbakır Eğitim Enstitüsü, kötü niyetlere kurban edildi. Bir diğeri ise Tıp Fakültesi’dir. Çevre illerin tamamına hizmet veren hastanesiyle dillere destan hizmetleri unutulacak gibi değildir. Diyarbakır’da bir üniversite kurulması çalışmaları sırasında, buraya "Ziya Gökalp Üniversitesi" adı verilsin diyen Türk milliyetçilerinin büyük uğraşları olmuş, ancak sonuç alınamamıştır. Sonunda "Dicle Üniversitesi" adıyla kurulan üniversite, hâlâ eğitim hayatına devam etmektedir. Ümit edilir ki eğitim kurumları, çevrelerini aydınlatsın ve bölgesinde yaşayan insanlara bilgi ile irfan sunan birer ocak olsun. Devlet yöneticilerine bölgenin ihtiyaçları hakkında bilgi versinler ki ona göre tedbir alınsın. Öyle midir bilmiyorum, ama öyle olmasını istiyorum. Diyarbakır, Ziya Gökalp, Cahit Sıtkı Tarancı, Sait Paşa, Süleyman Nazif, Ali Emiri ve Celal Güzelses ile anılsa neler kazanılır, düşünebiliyor muyuz? Haksız mıyım? Bütün Türk dünyasının tanıdığı bu değerlerin aynı topraktan çıkmış olması büyük bir gurur kaynağıdır.

Ali Emiri’yi nereye koyacağımı bilemiyorum. Hikmet Feridun Es’in yazdıklarından okuduklarım bana yetiyor. Es, "Tanımadığımız Meşhurlar" isimli kitabında ona hayli yer ayırmıştır. Böyle bir insana sahip olmak, büyük bir millet olmanın işaretidir. Divân-ı Lügati’t-Türk’e sahip olduğu dönemi de anlatan Hikmet Feridun Es, o anları sanki yaşamış gibi aktarır. Ali Emiri Efendi’nin, Fatih Camii haziresinde, kütüphanesinin karşısında ebedi yurdunda olması ne güzel bir tevafuktur. Şimdiki tabirle, Ali Emiri’nin bir bibliyoman (kitap düşkünü) kadar kitap sevdalısı olduğunu söyleyebilir miyiz? Doğrusunu isterseniz, benim gözümde Ali Emiri bir kitap avcısıydı. Her kitabı avlamaz, ancak değerini bildiği kitabı da elinden kaçırmazdı. Rakiplerine bu konuda, tabiri caizse nal toplatmış bir kitap dehasıydı.

Divân-ı Lügati’t-Türk, Türk milletinin kaybolan tapu senediydi. 11. yüzyılda yazılan bu tapu senedi, büyük maceralar sonrasında İstanbul sahaflarına düşmüştü. Kitap avcısı Ali Emiri, büyük bir av yakaladığını kimseye hissettirmeden bu kitabı ele geçirmişti. Artık tüm dünya onundu; gururuna ve sevincine diyecek yoktu. Sebebini soranlara da kendine has tavrıyla cevap verirdi. Ali Emiri, Türk milletinin tapu senedini bulup ortaya çıkarmış, aylarca onunla yatıp kalkmış, en yakınlarına bile göstermemiştir. Millet olduğumuzun tapusu sayılan bu kitabı, nice maceralardan sonra güvenli ellere teslim etmiştir. Millet Kütüphanesi'nde biriktirdiği 15 bin yazma eserle, kendisine kazıttırdığı Millet Kütüphanesi Nâzırı Ali Emiri Efendi” mührünü kullanmıştır. Doğrusunu isterseniz, bu kendine yakışan unvanı kendi kendisine uygun görmüştü. Fatih Camii’ne her gittiğimde uğramayı ihmal etmem ve bu aziz insana rahmet okurum.

Çift Kapı’nın karşısında, bazalt taşlardan yapılan bir PTT binası vardı. Binanın hemen sağında, biraz çukur bir yerde kaynak suyu bulunurdu. Suyun serinliği, yazın sıcak günlerinde insanları cezbederdi. Sıcaktan bunalan çocukların akın ettiği yerlerden biriydi. Koca Mimar Sinan’ın Karacadağ’dan su kemeri vasıtasıyla getirttiği suyun izlerini bilen kaldı mı? Seyyahımız Evliya Çelebi’nin hem Diyarbakır hem de şehir için yazdıkları, elbette unutulmazlar arasına girecek tarihi bir vesikadır. (Devam Edecek.)