DİYARBAKIR (1)

Çok değil, daha 50 sene evvel sokaklarında Türkçe şarkı ve türkü seslerinin yükseldiği, güzelim Türkçenin en güzel ağızlarından birinin konuşulduğu bir şehri şimdi neredeyse tanımak artık mümkün değil. Şimdilerde Türkçe dışında bir dil ile bazı kurumların tanıtım levhalarının yer aldığını görüyoruz. Trafik işaretlerinin de Türkçe dışında bir dil ile yazılmasında ısrarlı olunmasının amacını anlamak zor değildir. Kısa zaman önce yerleşim yerlerinin eski ve yeni adlarının uydurma ve zorlama harflerle levhalarla işaret edilmesi başka bir garabettir. Kendi resmi dili dışında başka bir dil ile bu kadar müsamaha gösteren başka bir dünya devleti var mıdır?
Bana göre ne olduysa büyükşehir kanununun yürürlüğe girmesi ile oldu. Bütün köyler mahalleye döndü. Esas geçim kaynakları tarım ve hayvancılık olanlar köylerini terk ederek daha konforlu bir hayat uğruna şehri ve köyü bozdular. Köylerde kimse kalmadı. Şehrin artan nüfusu karşısında yapılan devasa binaların tarım arazilerini yok etmesi herkes tarafından hayranlıkla izlendi. Bir yer yapılırken başka bir yer yıkılıyordu. Bu uygulamanın yanlış olduğunu söyleyenlerin sesi cılız kaldı ya da duyan olmadı. Terör belasından bir türlü kurtulamayan halk mecburi olarak köylerini boşalttı. Köylerini boşaltanlar ise şehre giderek daha başka belalarla karşılaştılar. Terör onları orada da bekliyordu. Dahası, başka felaketler de kapılarından bir türlü ayrılmadı. Uyuşturucu, çetecilik ve daha başka uygunsuzluklar... Bunlardan en çok etkilenen şehirlerden biri de Diyarbakır’dır desek karşı çıkan olmaz.
50 sene önce büyük bir kültür merkeziydi. Tiyatroları, sinemaları, konser salonları, festivalleri, şenlikleri, kütüphaneleri, hastaneleri, okulları, ulaşım imkânları; hasılı hayatın her alanında çevresinde başa güreşiyordu. Kahir nüfus ekseriyetinin Türklerden oluşurken Kürtçe konuşanların yanında gayrimüslimlerin varlığı ile adeta bir barış merkeziydi. Mıgırdıç Margosyan’ın “Gavur Mahallesi” kitabını okuduğunuzda bunu açıkça göreceksiniz. Dahası, genç yaşta kaybettiğimiz araştırmacı yazar Vedat Güldoğan’ın yaşayan canlı tanıkları konuşturduğu araştırmaları buna örnektir. Etrafı surlarla çevrili bir şehir, büyük bir kültür hazinesinin yaşayan şahitleri, sadece tarihi eserler kalmıştır demek yanlış olmaz. Diyarbakır surları başlı başına bir kültür hazinesidir. Dünyada Çin Seddi'nden sonraki en büyük yapı olarak ayakta durmaktadır. Binlerce yıllık bir maziye sahip olan surların kapılarının farklı yönlere doğru açılması ve kapıların hâlâ kullanılmasının sağlamlığının bir delilidir. Yaya ve araç trafiği surların içinden geçmektedir.
En çok sevdiğim kapılar ise Harput Kapı (Dağ Kapı), Tek Kapı ve Çift Kapı idi; bu kapıların birbirlerine yakın olması sebebiyle onları sıkça kullanıyordum. Mardin Kapı ve Urfa Kapı da vardı. Buralara pek gitmezdik, nedenini de bilmiyorum; belki de bize uzak olduklarındandı.
Türk yerleşmesinin dalgalanmaları sırasında bölgeye hâkim olan Akkoyunlular tarafından yapılan, Anadolu’nun süsü gibi duran bir cami vardır. Adına Nebi, yani Peygamber Camisi denir; bir sıra beyaz, bir sıra siyah bazalt taşından yapılmış, medresesi olan bir camidir. Minaresinde Hz. Peygamber’in sözlerinin yazılı olmasından bu isim verilmiştir. İki bölümlü ilk camilerden olmasının sebebi hem Hanefiler hem de Şafiiler için ayrı bölümü olması, ilginçliğinin başka bir göstergesidir. Namazlarda bile ayrılık garip olduğu kadar düşündürücüdür. Müslümanlar ilk namazlarını kılarlarken bu ayrılığın sonradan icat edilmesinin acısını şimdi biz yaşıyoruz.
Bu camiden itibaren başlayan Gazi Caddesi benim vazgeçilmezim idi. Ulu Cami’ye kadar gidip gelmek, surların üstünde gezdiğim zamanlarda duyduğum sevinci duyardım. Gazi Caddesi’nde bulunan Karınca Kitabevi’ne mutlaka uğradığımı hatırlıyorum. Hasan Paşa Hanı o zaman çok işlek ve esnafı boldu. Ziya Gökalp ve Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi ilgimizi çekerdi. Şiirlerini aramızda okur, birbirimize “daha 35. yaşa çok var” diyerek takılırdık. Adını verdiği okulda birinci sınıfında okuduğum Ziya Gökalp, bizim için ulaşılmaz bir insan olarak görülüyordu. Başta Türkçülüğün Esasları ve şiirlerini adeta yarışırcasına ezberlerdik. Ziya Gökalp Lisesi hem disiplini hem de eğitim seviyesi bakımından o yıllarda adından söz ettirmişti. Liseler arası bilgi yarışmaları yapılıyor ve bu yarışmalar canlı olarak radyolardan naklen yayınlanıyordu. Okumuşu da okumamışı da bu yarışmaları takip ederdi. Öğrenci olarak bizim de en çok konuştuğumuz konular arasındaydı.
Bir zamanlar çevredeki yerleşim yerlerinin adeta kültür pınarı olan Diyarbakır, şimdilerde adı dillendirildiğinde akla başka hakikatlerin geldiği bir yer olarak anılıyor. Lise birinci sınıfı 1967 yılında Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi’nde okudum. Bina bazalt taş kaplamalıydı. Duvarları kalındı. Sınıfların tavanının yüksek olduğunu hatırlıyorum. Binayı ekin biçmeye yarayan aletlerden olan orağa benzetiyordum. O zamanlar buna bir mana veremiyordum. Belki de arsanın yapısından dolayı böyle yapmışlardı. Tek Kapı’ya çok yakındı. O zaman başka bir lise var mıydı hatırlamıyorum. Benim gibi başka yerlerden gelen hayli öğrenci vardı.
Bu satırları okuyanlar içinde bu okulu bilenler olduğunu biliyorum. Bu köklü okulun gelenekleri vardı. Aynı zamanda çok kalabalık bir okuldu. Ben örneğin 4 M sınıfında okuyordum. İsteyen M harfine kadar kaç tane lise birinci sınıf olduğunu hesaplayabilir. Tek Kapı’ya yakın olan surun içinde dar bir sokakta bir evin odasında kalıyordum. Ev bir aileye aitti. Ortada bir avlu, avlunun ortasında bir çeşme ve etrafında odalar vardı. Kalabalık bir aile olmalarına rağmen gürültülerini hiç hatırlamıyorum. Tam bir Türk ailesinin geleneklerini yaşıyorlardı.
Her gün Tek Kapı’nın altından gidip gelmek sanki bana başka bir duygu veriyordu. Çocukluk işte, surun üstüne çıkarak saatlerce orada gezmek büyük bir marifet gibi geliyordu. Sur’un dar sokaklarının labirent gibi olduğunu hatırlıyorum. Çocukça koşuşturmaların arasında kaybolduğumu hiç hatırlamıyorum. Sokağa açılan pencere neredeyse yok gibiydi. Bütün pencereler avluya doğruydu. Kaybolmamak için kendimize göre işaretlerimiz vardı. Kapıların rengi veya köşeyi dönerken taşların biçimi bizim için işaret sayılırdı. Dar, izbe hatta ıssız diyebileceğimiz bu sokaklarda büyüklerimizin bize korkulmamız gerektiğini söylediğini hatırlamıyorum. Mıgırdıç Margosyan bu sokakların rengini, esnafları ile birlikte detaylı bir şekilde tarif etmiştir. Evlerde pişen yemeklerin tadı, odun fırınlarından çıkan ekmeğin kokusu aradan bunca zaman geçmesine rağmen hiçbir zaman unutmadım. Şimdi bu rengi, kokuyu, tadı bulmanın imkânı yok. O esnaf da artık yok.
(Devam edecek.)