Yaz sıcakları başlamadan şehrin bazı yerlerindeki ağaçlardan yeşillikler kendisini iyiden iyeye hissettirmeye başladı. Bu havalarda evden dışarı çıkmamak da zulüm diyerek dışarı çıktım. Gönlümün aktığı yere gitmeye karar verdim. Gönlümü kendime refik olarak tayin ederek dışarı çıktım.
Burası İstanbul dünyanın en büyük imparatorluklarına merkez olmuş emsalsiz güzelliklere sahip olarak ünlenmiştir. Güzellikler gittikçe azalmakla birlikte benim gibi eskilerin hayranı olanlar için hala bulabilecekleri vardır. Gezdikçe bunlara rastlayınca gördüğümüze teselli olarak sarılmaktan başkaca çaremiz kalmıyor. Bugün de öyle olacak gibi görünüyor.
Dünyanın en güzel şehri İstanbul beton kulelere teslim olmadan evvel yeşillikler içindeki bazı ahşap binaların varlıkları genç bir kızın ilk defa kulaklarına taktığı küpeler gibi göründüklerini eski yazarların hatıralarında rastlamak mümkündür. İstanbul Boğazına eskiler ‘Nehri Aziz’ derlermiş. Şimdilerde bu ismi hatırlayan yok. Varsa da kullanan yoktur. Günlerden pazartesi mayıs ayının 15. Günü Altunizade metro durağından Beylikdüzü istikametine giden metrobüse aktarma yapıldıktan sonra eski ismi Boğaziçi köprüsü olan 15 Temmuz şehitler köprüsü durağında indiğinizde karşınızda köprü ve ‘Nehri Aziz’ görünür. Köprünün her iki tarafında da yeşillikler bulunmaktadır. Bir zamanların çiçek tarhları ile donatılmış arazisinde şimdilerde sakil ruhsuz binalarına inat edercesine varlıklarını sürdüren yeşillikler hala vardır.
Nehri Aziz’in yani boğaz sularının kendisine has değişken rengini hemen fark etmek mümkündür. Yükseklerden boğaz sularına bakınca kocaman bir nehrin aktığı hissine kapılmaktan kendinizi alamazsınız. Suyun üzerindeki gemiler mi hareket ediyor ya da boğaz suları mı onları hareket ettiriyor tereddüt etmeniz mümkündür. Rengini soracak olursanız havanın durumuna güneşin varlığına sislerin arasından çok farklı tonlarda görüldüğünü herkes bilir. Sabah, öğlen ve akşam saatlerinde bile farklı renklere bürünür.
Avrupa yakasının kıyılarında yoğun beton blokların varlığı gördüğünüz güzellikleri taze gelinin gelinliğin üzerinde kocaman lekeler gibi durmaktadırlar. Uzaktan ha yıkıldı ha yıkılacak gibi durduğunu söyleyenlerde vardır. Güzelliklerin bu kadar hoyratça harcandığı dünyada başka bir yer daha var mıdır? Diye sormaktan kendinizi alamazsınız. Kendinizi ya da kederlerinizi boğazın sularına bırakıp kurtulmak mümkün mü?
Farklı zamanlarda ayrı renk tonlarına bezenen Nehri Aziz’in sularına bırakacağınız gözleriniz ya da dertleriniz mi? Ne gezer Şair Orhan Veli bilhassa boğazın içinde dertlenirmiş. Boğaz içinde bir garip Orhan Veli diye başlayan şiirini hatırlayınca dertlerini sulara bırakmadığı tam tersi daha da kederlendiği ortaya çıkıyor. Tarifsiz kederlerin sahibi olarak 70 yıl evvelinde kimsesizlikten yakınmak da neyin nesidir acaba? Biz 70 yıl evvelini hayal ederek baktığımız sularda tek tük geçen gemilerin bacalarından çıkan siyah dumanlarını hatırlayabiliyoruz. Gemilerin siyah dumanları arasında martıların çığlıklarını duyan balıkların saklanacakları yer şimdilerde kaldı mı? Şimdilerde devasa gemilerin suyun üzerinden gürültüsüzce akıp gitmeleri yukarıdan bakılınca hala boğaz sularının akıntılarını gözlerinizle görmeniz mümkündür.
Köprünün hemen altında Beylerbeyi Sarayı bulunuyor. Anadolu yakasındaki ayakta kalan tek saray desek yanlış olmaz. Boğazın bu mutena yerinde tek başına olduğu zamanlardaki görüntüsü bedii zevki olanlar için doyumu olmayan bir manzara olarak kabul edilmiştir. Bu mevsimde ıhlamurların çiçeklerinin açamaya başladığı ve baskın kokusunu her türlü kirliliğe rağmen sizi kendisine çekmeye başlar. Bahaeddin Karakoç’un buluşma takvimini ‘Ihlamurlar Çiçek Açtığı zaman’ a hangi sebeple denk getirmek istemiş olması üzerinde düşüncelere dalabilirsiniz. Şiiri ezbere biliyor ve benim gibi yalnız yürüyorsanız okumanın tam zamanıdır diyebilirim. Ihlamur kokuları arasında boğazın mavi mi lacivert mi hangi renk olduğuna karar vermekte zorlandığım zaman bu şiir aklıma geldi.
Osmanlı saray görevlilerine tahsis edilen yerler arasında en müstesna yerlerden biri de burasıdır. Birbirine yakın olan paşa konakları burada yaşayan ahalinin geçimlerini temin ettikleri hizmetler yapmaktaydılar. Çiçek bahçeleri bakımı burada yaşayan ahalinin başlıca uğraştıkları işler arasındadır. IV. Murad’ın burada bir sarayda dünyaya geldiğini bilenler önemini daha fazla kavramaktadırlar. IV. Murad eski ismi tekfur sarayı ve çevresindeki muhteşem çiçek bahçelerine büyük önem vermiş vakit buldukça buralara geldiği bilinmektedir. Padişahın önem verdiği mekân ahali ve rical tarafından da önemsendiğinden tabii güzelliğine güzellikler katılmıştır. Nakkaş Paşa’nın hemen ilerisinde Fethi Paşa konakları ve çiçek tarhları hala varlıklarını sürdüren nadir mekânlar arasındadır. Köprü ayağına bitişik merdivenlerden aşağı doğru inmeye başlayınca hem ıhlamur kokularını ve nadiren ayakta kalmış yeşillikleri gözlerinize ziyafet çektirebilir ciğerlerinizi de nasiplendirebilirsiniz. Beylerbeyinin eski kitaplardan okunduğunda güzelliklerini anlatmakla bitirilemez. Neyse ki eski güzelliklerden günümüze kadar ömrünü sürdürenler vardır. Bunlardan biri de en şirin yalı camilerinden olan Beylerbeyi Camisidir. I. Abdülhamid devri eseri olan cami yalı camileri içinde en ihtişamlı olanıdır. Beylerbeyi ve boğazın incisidir denilse yeridir. Hasbahçeler, kasırlar, av köşkleri ve küçük saraylar içinde ayrıcalıklı bir yapı olarak trajik hayat yaşadığı da biliniyor. Cami hem saray görünümde hem de bir mabet olduğunu yakından ve uzaktan hissettiriyor. Sadece cami olarak görünse bile kendisi ile birlikte çevresindeki eski yapıları ile ayrıcalıklı bir konumda olduğu görülmektedir. Muvakkithanesi şimdilerde yerinde yeller esen hamamı çeşmeleri ve daha başka müştemilatlarıyla ayrıcalıklı olmayı hakketmektedir. Cami 1978 ve 1983 yıllarında iki yangın görür. Yangın cami çevresindeki eski yalı ve apartmanlarda da büyük hasar oluşmasına sebep olur. En büyük hasarı alan cami daha sonra hayırsever iş insanı Mehmet Ali Aydınlar tarafından aslına uygun bir biçimde onarılarak ibadete açılır. Cami barok tarzında yapılmıştır. Zarif iki minaresi saray süsü veren kuzey duvarları yarım kubbeleri ile en ilgisiz insanın dahi dikkatini çeker. I. Abdülhamid sanatkâr ruhlu birisidir. Bestekâr ve şair olarak musiki tarihimize önemli eserler bırakmıştır. Bunlardan biri hemen herkesin bildiği meşhur ‘varalım kûyi dilaraya gönül hû diyerek’ adlı hüseyni eseridir. Sultan camiyi annesi için yaptırmıştır.
Caminin avlusu son cemaat yeri tam seyirlik bir yer. Avlusunu oltaları ile balık tutanların doldurarak aralarındaki derin sohbetlere boğazı ortak ettiklerinden hiç şüphe yoktur. Oltasına takılan balıklarla konuşanların kovalarının üstündeki örtüleri açıp kapattıklarında yüzlerini görmek gerekir. Caminin içine girdiğinizde çok büyük olmayan caminin aydınlık mekânı içinizi ferahlatır. Çinilerle süslü mihrabı ve duvarları yüzünü aydınlattığını kendinizde farkına varabilirsiniz. İçinizin ferahladığını maun ve sedef kakmalı vaaz kürsüsü ve minberi ile anlarsınız. Ezan sesine karışan martı kuşlarının oltacıların kovalarının etrafında sinsice gezinirken çıkardıkları seslerin sebebi nasiplenmek olduğunu balıkçılar da bildiğinden arada bir küçük balıkları ikram ettikleri olur.
Doğrusu camiyi veya beylerbeyini incelemek için buraya gelmediğimi hatırladığımda ezan okunmaya başladı. Camimin imam-hatibini ziyaret etmeye gelmiştim. Caminin imam-hatibi Ramazan Kutlu. Bir dost meclisinde sohbetini dinlemiştim. Ziyaretine davet etmiş ve kabul etmiştik. Bugüne nasip diyerek saflarda yerimi aldım. Namaz sırasında düşüncelerimden açıkçası ayrılamadım. Cemaat her camide olduğu gibi az denecek kadardı. Namaz bitiminde Ramazan Kutlu’nun okuduğu mihrabiye ile gönüllere ferahlık veriyor.
Namaz sonrası nazik daveti ile caminin yanındaki kafede çay ile birlikte sohbete başlıyoruz. Ramazan Kutlu musiki bilgisi hakkında daha önceleri kanaat sahibi olmuştum. Şimdi daha farklı bir özelliğini keşfettim. Fuzuli, Nabi, Galip ve diğer divan sahibi şairlerimizin birçok şiirini gazelini şerh ederek anlatmaya başlayınca doğrusu şaşırmaya başladım. Bu devirde bir imam-hatip şiir ve edebiyat ile ilgilenecek bu olacak iş değildi. Ramazan Kutlu tam manası ile aydın bir insandır. Sonra da imam-hatiptir. Kendi ifadesi ile biz namaz kıldırma memuru değiliz. Biz gönülleri aydınlatmakla görevliyiz. Vazifemiz budur. Beylerbeyi esnafı halkı hocanın geçtiği yerden temennalar ile karşılamaktadır. Derin tasavvufi bilgisini musiki ve edebiyat ile meşk edince ortaya Ramazan Kutlu çıkmıştır.
Gönlüm bütün imamlarımızın aynı derecede herkese aynı muameleyi göstermesini istiyor. Ramazan Kutlu anlaşılan sadece namaz kıldırmakla kalmamıştır. Mahallede kim hasta vefat eden kim hemen herkesin yanında bulunmayı insani bir görev olarak bilmiş. Saygı duyulan daha önemlisi sevilen biri olmasının altında yatan gerçek bu olsa gerek. Bazı zamanlara kendisini umre ziyaretine görevli olarak götürüyorlar. Ramazan Kutlu bu görev sırasında karşılaştığı insan tipleri ile nasıl meşakkat yaşadığını bunları nasıl çözmeye çalıştığını örnekleri ile anlatıyor.
Son yıllarda olumsuz davranışları ile dillere düşen din görevlileri yerine aydın samimi insan ve imam-hatip Ramazan Kutlu gibilere ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu bu sohbetten sonra daha iyi anladım.
15.05.2023 Beylerbeyi