Reşat Ekrem Koçu, son dönem tarihçileri arasında İstanbul ile ilgili en çok eser vermiş olanıdır. Bir kitabın adı da “TÜRK İSTANBUL” dur. Kitap ansiklopedi ebadında 251 sayfadan ibaret hacimli bir eserdir. Fetihten sonra Türk yönetimi sırasında yapılan bütün eserleri yerleri ile birlikte tadat eder. Şimdilerde olmayan eserlerin de isimlerinin yerlerinin zikredilmesi eseri daha kıymetli hale getirmiştir. Günümüzde İstanbul’un Türk vatanının incisi olduğunun en büyük delilleri minarelerle ihatalı kubbelerle örtülü camilerin minberleri mihrapları avluları şadırvanları duvarlarındaki çeşmeleri avlularındaki çınarlardır. Dahası Türk mührünü İstanbul topraklarına en iyi nakşettiren de Sinan olduğundan kimsenin şüphesi olmasın. Koçu, Fatih ile başlayan Türkleşme şahitlerini Atatürk’e kadar getirir. Ne zaman eski İstanbul’u hayal etmeye kalksam bu eseri önüme alır sararan sayfalarını itina ile çeviririm.
Ne zaman Üsküdar sahiline gelsem aklıma bu hacimli eserin sayfaları gelir. Karşıda yarımada üzerinde yükselen minarelerin nevzuhur binalara inat hala ayakta durmaları insanı tebessüm ettiriyor. Yalnız biri var ki etrafındaki binalar gözüme ve gönlüme giran görünüyor. Cihângîr semtinde sakil binaların arasında iki minareli tek kubbeli camiyi gözlerim arar. Bana göre Türk İstanbul tabirinin en nadir eseri ve şahididir. Cami “zamanı hale muvafık olmak mizacım değil ama elimden bir şey gelmiyor ki yıkılıp gideyim” der gibi müteessir durduğunu görüyor gibiyim. Bakışlarımı oradan alamam. Acaba bu müteessir ama vakur cami sinesinde hatırşinas birilerini mi saklıyor?
İki kıta arasında seyreden büyük gemiler, vapur seslerine karışan martıların çığırtkanlıkları ya da güzelim sahili babalarından miras gibi istila eden korsan balıkçıların oltaları ile verdikleri rahatsızlıkların hepsini görmezden gelirim. Yalnız vapur ile karşıya geçerken boğazın latif serinliği ve gelirse kokusu beni kendisine çeker. Acaba rastlar mıyım diye Yunus balıklarını gözetlemek için mavi sulara gözlerimi hançer gibi saplamaktan da geri durmam. Gözlerim ve aklım birbirine karışır. Aklım Cihângir semtini süsleyen Cihângîr Camisindeyken bakışlarım mavi suların derinliklerinde oyalanıp durur. Vapurun rıhtıma yanaşırken tekerlekli alüminyum iskelenin çıkardığı ses ile bakışlarım ve aklım da birbirinden ayrılır. Kabataş’tan Karaköy istikametine doğru giderken bir defa daha gözlerimi Ayazma camisini diktim. Aklıma hemen III. Mustafa’nın şiirlerini Cihângîr mahlası ile yazdığı geldi. Ayazma camisi banisi III. Mustafa Cihângîr mahlası ile şiir yazarken Cihângîr camisini mi düşündü? Zamanında Rus kuvvetlerinin Kafkasya, Kırım ve Avrupa’da bazı toprakları işgal etmişlerdi. Çeşme’de Osmanlı donanmasının yakılması da o zamana denk gelir. Cihângîr mahlası alması yenilgilerin önünü alamamıştır. Tabiatında sanatseverlik olan III. Mustafa’nın kuvvetli devlet adamları da vardı. Rusları Ege’den çıkaran Amiral Cezayirli Hasan Paşa o devrin ünlü askerleri arasındadır. Deniz Harp okulu temeli o zaman atılmıştır. Koca Ragıp Paşa için ayrı yazı gerekir. Giriş kapısındaki kitabenin sözleri Ragıp Paşa’ya aittir. Bulgurludan camiye su getirilmiştir. Binanın emini ise Beykoz’daki meşhur çeşmeyi yaptıran İshak Ağa’dır. Ayazma sarayı bir zamanlar yabancı elçilerin ağırlandığı mekân olarak biliniyor. Sanat ruhlu olan insanların tabiatında savaş düşüncesi olmaz. Söz konusu vatan toprakları olunca savaştan kaçmanın çaresi de yoktur. III. Mustafa buna en iyi örneklerdendir. Hasılı III. Mustafa zamanında yapılan zevki selim eserlerin varlığı bu sebepten olsa gerektir.
Cihângîr’in orta yerinde duran iki minare uzaktan dikkatli bakmayınca görünmeyen tek kubbeli cami ne zaman ziyaret etmek istesem görünmez bir engel çıkmıştır. Bunda da bir hayır vardır deyip bir sonraki zamanın gelmesini bekledim. Hatta bir defasında hedef olarak belirlemiş olmama rağmen İstanbul kartımı şehir hatlarının boğaz vapuru gişelerine okutmuştum. Bir dahaki sefere dememin üzerinden kaçıncı defa olduğunu da unuttum. Bu sefer kararım kesindi. Cuma namazını Ayazma’ da kılacaktım.
Öyle de yaptım. Oradan Cihângîr camisini rasat edip hangi yoldan yürüyerek nasıl gideceğime karar verdim. Biri karşıda bir bu yakada. Elimde imkân olsa bir sandal veya başka bir deniz vasıtası ile acele etmeden karşı yakayı ve Yahya Kemâl’in “Hayal Şehir” şiirini düşünerek geçmekti. Bu da başka sefere diyerek şehir hatlarına doğru azimet ettim.
Bana göre Üsküdar’ın en nazik camisi Ayazma camisidir. Kurulduğu tepenin üzerinde taze gelinin boynuna bağlanan elmas gerdanlık gibi görünmektedir. Büyüklük yarışına girmek yerine kendisini sanki Cihângîr camisine gösterme telaşına kaptırmıştır. Bende bu fikrin meydana gelmesine sebep de caminin uzaktan görünümünün bir gelin başı gibi süslenmiş kubbesi ile kalem gibi ince narin minaresidir. Oturduğu tepenin bu görünümü almasında büyük bir payı olduğu da muhakkaktır. III. Mustafa’ nın caminin narin olmasının istemesi acaba annesi adına yaptırmasından mı ileri geliyor? Taç kapıdan girdiğinizde sizi helezon şeklindeki kibar mermer merdivenler karşılar. Çok geniş olmayan avlunun bakımlı haline uygun büyük çınarların serinliği kendinizi evinize gelmiş hissi verir.
Tek bir kubbe geniş bir mekân havası veren duvar içindeki gizli sütunlar beyaz mermerli adeta iğne ile oyularak yapılan minber, hanımlar için yapılan ahşap mahfili dikkati çeker. Kıble tarafındaki hamûşan demirden kafesle çevrilmiştir. Cami yapılırken çevresindeki müştemilatların yerinde yeller esiyor. Burada Ayazma adıyla sarayın varlığı da biliniyor. Şimdi araki bulasın. Yalnız çevresinde metruk ahşap birkaç köşkün varlığı eskiden seçkin bir yer olduğuna delalet etmektedir.
Mihrabında nazm-ı celil okuyan elektronik alete asla ihtiyaç duymaz. Başına hazır naylon kaplı sarık ve ağzını mikrofona yaklaştırmak farzmış gibi yapanlar sakilliğin nerelere kadar geldiğini göstermektedirler. Ayazma III. Mustafa eseridir. Yenileşme hareketlerinin ilk padişahlarındandır. Bu camiye bakarak eski büyük kubbe geleneği yerine daha sade ve estetik kaygı ile Avrupa mimarisinin etkilerini görebiliriz. Daha sonra yapılan eserlerin büyük kısmı da aynı özellikleri taşır. Maksadım Cihângîr Camisi olduğundan Ayazma ile ilgili görüşlerimi başka bir yazı konusu halinde anlatmaya çalışacağım. Karşıda ikiz binalar (şimdi Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi). Sahil saraylar içinde Fındıklı semtinin süsü gibi durmaktadırlar. Ermeni mimarın eseri olan sarayın Abdülmecid’in kızları Cemile ve Münire adına yaptırılmıştır.
Sinan’ın tarzına aşina olanlar uzaktan da olsa Cihângîr Camisinin O’na ait olduğunu tahmin edebilirler. Taksime doğru yüksekte gri ve birbirinin üstüne binmiş disiplinsiz köhne binalardan ayakta kalmaya azimli iki minareli tek kubbeli cami Cihângîr camisidir. Uzaktan bile ben Sinan’ım diyor.