Atatürk devrim yolundaki uğraşmalarını ömrünün son on üç yılında, en çok Türk dili ve Türk tarihi üstünde yoğunlaştırmıştı. Diyebilirim ki, o devir boyunca bütün konuştukları, düşündükleri ve okuyup yazdıkları hep bu iki konu etrafında döner dururdu.
-Türkçe hangi diller grubundandır?
-Büyük bir ulusun kökleşmiş, işlenmiş ve gücü her düşünceyi, her duyguyu, her kavramı ifadeye yeterli bir dil midir?
-Yoksa, bu nitelikleri taşıyan başka bir dilin yan dallarından biri midir? Eğer böyle ise, ondan yabancı sözleri ayıklayıp attıktan sonra, ortada ne kalır?
-Eğer değilse, acaba niçin bizden önce Selçuk Türkleri Farsçayı devlet ve kültür dili olarak kabullenmişlerdir?
-Acaba biz neden Orta Doğuya 'halis Türkçe' söyleyerek 'halis Türkçe' okuyup yazarak gelmişken Osmanlıca diye bir yapma dil meydana getirmek lüzumunu duyduk?
Atatürk sanki cephede bir taktik ve stratejik “Vaziyeti” incelemekte gibidir. Atatürk henüz Başkumandan değilken bile her akşam Kalaba köyünün üst tarafından Genelkurmay Başkanlığı binasının bir odasına kapanıp üzeri haritayla örtülü masanın başında bütün gece, tıpkı Çankaya'daki kitaplığındaki gibi durmadan, sabahlara kadar çalışırdı. Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa dayanamayıp yatak odasına çekilirdi. Subayların yüzü uykusuzluktan sapsarı kesilirdi. O'nun dinlenme süreleri ise gene böyle bir kahve ve bir cigara içimliğini geçmezdi
Evet, tekrar söyleyebilirim ki, Atatürk'ün gözünde Kurtuluş Savaşı ne kadar büyük bir önem taşımışsa ve bu uğurda geceyi gündüze katarak nasıl çalışmış, çabalamışsa Türk dili ve Türk tarihi davasını da öylece her işin üstünde tutmuş ve buna bir çözüm yolu bulmak için didinip durmuştu.
O'nun bu son hareketlerini lüzumsuz ve boşuna bir kuvvet harcama, ya da tarihi misyonu dışında Mustafa Kemal adı bu zaferlerin kahramanı olarak bütün dünyada dillere destan olmuştu.
Kurduğu yeni devlet ve başardığı devrimlerle Türkiye üzerine bütün medeniyet aleminin hayranlığını çekmişti. Kaderden daha ne bekleyebilirdi? Bunun cevabını yabancıların kendisi hakkında yazdıkları övgüler karşısındaki tepkileriyle gene kendisi verirdi. Derdi ki:
'Bunlar hep beni övüyorlar. Türk milletinden, Türk milletinin büyüklüğünden, insanlık değerinden, dört bin yıl boyunca cihanın her tarafında bıraktığı medeniyet izlerinden hiç bahsetmiyorlar. Onun hâlâ nereden çıkıp geldiği bilinmeyen, dili yok, kültürü yok, tarihte yeri yok bir aşiret sanıyorlar, ya da öyle görmek istiyorlar. Türk milletini bu suizandan (kötüye yoran ön yargı) kurtarmak, medeniyet alemine gerçek hüviyetiyle tanıtmak kutsal bir görevdir ve garibi şu ki, bu kutsal görevi bizden önce her soydan her dilden birçok Avrupalı Türkologlar, oryantalistler yerine getirmiş, Türklerin VII. yüzyıldan beri Kök-Türk alfabesinin olduğunu, bunun XII., XIII. yüzyıla kadar eski Kırgızlar ve Yeniseyliler tarafından kullanıldığını ellerindeki reddolunmaz bilimsel belgelerle ispatlamış bulunuyor.'
Atatürk bununla da kalmaz, bize bugünkü Türkçeye çevirttiği Orhon kitabelerinden parçalar okur ve:
'Söyleyin bana, derdi, VII. yüzyılda dünyanın ne tarafında, hangi hükümdar devlet idaresi ve halk sevgisi anlayışını bizim Bilge Kağanımız (Hanımız) veya Kül-Tekin'imiz gibi güzel ve akıcı bir dille ifade edebilirdi.'
Ve bunu söylerken sesindeki heyecandan anlardık ki Atatürk’ün milli gururu ancak büyük bir millete mensup olmak inancından gelmektedir.
Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU (Türk Dili dergisi, Kasım 1970)